CELIL OKER-ÖZEL BASKI-KRAMPONLU CESET. Celil Oker
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу CELIL OKER-ÖZEL BASKI-KRAMPONLU CESET - Celil Oker страница 5

Название: CELIL OKER-ÖZEL BASKI-KRAMPONLU CESET

Автор: Celil Oker

Издательство: Автор

Жанр:

Серия:

isbn: 9789752126398

isbn:

СКАЧАТЬ style="font-size:15px;">      Şahit olduğum çoğu krizlerde benim de payım olur. Söylediğim ya da söylemediğim, yaptığım ya da yapmadığım bir şeyle müdahil oluveririm olan bitene. Bu yüzden de nefret ederim kendimden, insanlar da. Bu kez kriz yönetimini bu işin profesyoneli olduğu anlaşılan Dilek Aytar’a bıraktım, çenemi tuttum.

      Zaten bu kez kriz kısa sürdü.

      “İnşallah,” dedi İlhan Karasu. Döndü ve demin o esip gürleyen kendisi değilmiş gibi kapıdan girdiği anda yüzündeki o mülayim ifadeyle bize doğru yürüdü.

      “İlan güzel olmuş,” diye yineledi. “Elinize sağlık.”

      “Sağ olun,” dedi reklamcı arkadaşım.

      “İlan güzel olmuş,” diyerek hâlâ pencerenin önünden dışarı bakan Dilek Aytar’a döndü.

      “Evet,” dedi Dilek Aytar. Gözleri yerde geri döndü. “Gidip çiçekçiyi arayayım Nazlı’nın odasından.” Aramızdan hızla yürüdü. Reklamcı arkadaşımın yanından geçerken, “Buradasınız değil mi?” diye sordu.

      “Buradayız. Küçük bir şey daha var, dönünce konuşuruz.”

      Kapıdan çıkıp kayboluverdi. Gerçekten çiçekçiyle konuşacaksa adam hayatının en zor telefon görüşmelerinden birini yapacaktı eminim.

      İlhan Karasu bana döndü.

      “Gelin Remzi Bey,” dedi. “Benim odama gidip konuşalım.”

      İlhan Karasu’nun peşinden kapıya yöneldim. Adam hızlı adımlarla içinde bulunduğumuz odadan çıkıp tam karşıdaki kapıyı açtı, girdi içeri arkasına bakmadan.

      Reklamcı arkadaşım beni durdurdu.

      “Bizim işimiz birazdan bitecek,” dedi. “Seni burda satıp gitsek kızar mısın?”

      “Keyfinize bakın,” dedim. “Görüşürüz.”

      İlhan Karasu’nun odası da televizyonda gördüğüm kulüp başkanlarının odasına benzemiyordu. Dilek Aytar’ın odasının üç katı büyüklüğündeki odada en göze çarpan eşya, ortada hatırı sayılır bir yeri kaplayan kocaman İsfahan halısıydı. Düşünülebilecek en sade çizgilerle tasarlanmış bir toplantı masası, yerde duran televizyon ve video, köşeye atılmış antika bir içki dolabı ve yine jaluzili pencerelerin önünde karşılıklı duran iki küçük koltuk ve aralarındaki sehpadan başka eşya yoktu odada. Birtakım dosyalar, kâğıtlar, dergiler ve uzun kordonlu kırmızı bir telefon yerde duruyordu. Duvarda Abidin Dino’nun guvaş bir yelkenli çalışması vardı.

      İlhan Karasu içki dolabının kapağının gizlediği küçük buzdolabının önünde çömelmişti.

      “Bir şey içer misin sabah sabah?” dedi sırtı bana dönük.

      “Hayır,” dedim.

      Elinde light bir bira kutusuyla döndü. Açarken halının üstüne damlatmamak için kenardan yürüyüp pencerenin önündeki koltuklardan birine oturdu. Peşinden gittim. Kocaman bir yudum aldı.

      “Derdimi biliyorsun değil mi?” diye sordu. Dilek Aytar’ı başkalarının önünde azarlamaktan bahsetmiyor diye düşündüm.

      “Reklamcınız biraz bahsetti,” dedim.

      “Futboldan anlar mısın?” dedi.

      “Seyrederim,” dedim, oturdum karşısına.

      “İnsandan anlar mısın peki?” dedi.

      “Onları da seyrederim,” dedim.

      “Güzel,” dedi, bir yudum daha aldı birasından.

      “Bu futbol işine şan olsun diye girdim,” dedi. “Dilek Hanım sponsorluk, PR diyor buna. Ona kalsa bir voleybol ya da basket takımı almalıydım. Üstelik kadın takımı. Bize daha çok uyarmış. Dinlemedim. Onu hep dinlerim, bu kez dinlemedim. Hiç olmazsa seyrederim keyifle dedim kendi kendime. Seyir tamam, keyif yok ama.”

      “Belli olmaz, belki düşmezsiniz,” dedim.

      “Ben de öyle düşünüyordum ama Osmanlı’da oyun çok,” dedi. “Geçen hafta biri telefon etti, kafamı bulandırdı.”

      İşi bilen bir özel dedektif tavırlarına girmenin sırası gelmişti. Oturduğum yerde öne doğru eğildim.

      “Buraya mı, kulübe mi?” diye sordum.

      “Eve,” dedi. “Geçen perşembe. Tam yatıyordum.”

      “Evde telefonları siz mi açarsınız?”

      “Kim olursa… Karım, ben, oğlum bizde kalıyorsa. Öyle, ‘Buyurun Karasuların evi,’ diyen bir kâhyamız yok.”

      “Ne dedi peki arayan?”

      “‘İlhan Bey’le mi görüşüyorum?’ dedi. ‘Evet,’ dedim. ‘Size kötü bir haberim var,’ dedi. ‘Hayrola?’ dedim. Fabrikada yangın falan çıktı diye korktum önce. ‘Maçı satıyorlar. Kaleciniz ile solbek önümüzdeki hafta maçı satıyor,’ dedi. O telaşla anlamadım ne dediğini. Aynı lafları tane tane tekrarladı. ‘Kaleciniz ile solbek önümüzdeki hafta maçı satıyor.’ ‘Sen kimsin?’ dedim. Bu kez güldü. ‘Bir Güneşspor taraftarı,’ dedi. Öyle kalakaldım. Ne diyeceğimi bilemedim. Benim sessizliğim uzayınca, ‘İnanmıyorsan işi bağlamak için buluşacakları yeri de söylerim size,’ dedi. ‘Söyle,’ dedim. ‘Daha belli değil. Belli olunca haber veririm,’ dedi kapadı telefonu.”

      “Aradı mı bir daha?”

      “Şimdiye kadar hayır.”

      “Burayı arasa bağlarlar mı size?”

      “Santraldeki kıza kendim söyledim. ‘Bir Güneşspor taraftarı’ diye bir herif ararsa atlatmasınlar diye. Ama aramadı kimse.”

      Koltuğumda geriye yaslandım. Aklıma ilk geleni söyledim. İşi kaybetme pahasına da olsa.

      “İlhan Bey,” dedim. “Ortalığı bulandırmak için biri palavra sıkmış olmasın size?”

      “Bunu ben de düşündüm,” dedi. “Ama ya doğruysa?”

      “Haftaya maç kiminle?”

      “İşte bu yüzden, ya doğruysa diye düşünüyorum. Haftaya maçımız bu işleri başıma açan herifin takımıyla. Ya onlar düşecek ya biz.”

      Sabah reklamcı arkadaşımın odasında okuduğum gazetede Karasu Güneşspor’un bir puan altındaki takımın adını hatırlamaya çalıştım, hatırlayamadım.

      Odanın kapısı tıklatıldı. İş olsun diye tıklatılmıştı herhalde, çünkü takım elbiseli orta yaşlı bir adam, kimse ona gir falan demeden alışık adımlarla içeri girdi. Yüzüme bile bakmadı benim. Tek kelime etmeden elindeki çek СКАЧАТЬ