O da ne?
Karşısında olağanüstü bir manzara vardı. Duvardaki küçük bir delikten çocuklar içeri girmiş, ağaçların dallarına kurulmuşlardı. Gözünün gördüğü her ağaçta küçük bir çocuk oturuyordu. Ve ağaçlar çocukların dönmesinden o kadar memnundu ki, baştan aşağı çiçeğe bürünmüşlerdi ve kollarını çocukların üstünde usulca sallıyorlardı. Kuşlar uçuşuyor ve sevinçle cıvıldıyor, çiçekler gülerek başlarını yeşil çimlerden yukarı kaldırıyorlardı. Görülecek şeydi doğrusu, ama bir köşe nedense hâlâ Kış’tı. Bahçenin en ücra yeri olan o köşede küçük bir oğlan çocuğu dikiliyordu. Çok küçük olduğu için ağacın dallarına uzanamıyor ve çevresinde dolaşarak içli içli ağlıyordu. Hâlâ buz ve karla kaplı olan ve başında Kuzey Yeli esip gürleyen zavallı ağaç, “Tırman, küçük oğlan!” diyor ve dallarını indirebildiği kadar indiriyorduysa da oğlan bir türlü yetişemiyordu.
Bunu gören Dev’in yüreği yumuşadı. “Ne kadar bencillik yapmışım!” dedi. “Bahar’ın bahçeme neden gelmediğini şimdi anlıyorum. Şu küçük oğlanı ağacın dalına çıkarıp duvarı indireyim de bahçem sonsuza, ama sonsuza kadar çocukların oyun sahası olsun.” Yaptıklarına gerçekten pişmandı.
Merdiveni inip çıt çıkarmadan kapıyı açtı ve bahçeye çıktı. Fakat çocuklar onu görünce o kadar korktular ki, hepsi birden kaçıştı ve bahçe yine Kış oldu. Yalnız şu küçük oğlan kaçmadı; gözleri yaşla dolu olduğundan Dev’in geldiğini görememişti. Böylece Dev arkadan gizlice sokuldu ve usulca oğlanın elini tutup onu ağaca çıkardı. Ağaç daha o an çiçeklenince ve kuşlar üşüşüp şakımaya başlayınca küçük oğlan kollarını açıp Dev’in boynuna doladı ve onu öptü. Dev’in artık kötü niyetli olmadığını gören öbür çocuklar koşarak döndüler ve Bahar da onlarla birlikte geri geldi. Dev, “Çocuklar, burası artık sizin bahçeniz,” dedi ve büyük bir balyoz alıp duvarı indirdi. İnsanlar saat on ikide çarşı pazara giderken Dev’in hayatlarında gördükleri en güzel bahçede çocuklarla oynadığını gördüler.
Çocuklar bütün gün oynadı ve akşam olunca Dev’ in yanına gelip ona veda ettiler.
“Ama küçük arkadaşınız nerede?” diye sordu Dev. “Ağaca çıkardığım şu oğlan?” Ona öpücük verdiği için Dev en çok onu seviyordu.
Çocuklar, “Bilmiyoruz,” diye cevap verdiler. “Gitmiş.”
Dev, “Ona yarın da mutlaka gelmesini söyleyin,” dedi. Fakat çocuklar nerede oturduğunu bilmediklerini, onu daha önce hiç görmediklerini söyleyince Dev çok üzüldü.
Çocuklar her öğleden sonra, okul çıkışında gelip Dev’le oynadılar. Fakat Dev’in sevdiği küçük oğlan bir daha hiç görünmedi. Çocukların hepsine çok iyi davranıyordu Dev, ama baştaki küçük arkadaşını da özlüyor ve sık sık ondan söz ediyordu. “Onu görmeyi ne çok istiyorum!” diyordu.
Yıllar böylece geçti ve Dev iyice yaşlanıp güçten düştü. Artık dışarıda oynayamadığından kocaman koltuğunda oturuyor ve çocukların oynamasını seyredip bahçesine hayran hayran bakıyordu. “Bir sürü güzel çiçeğim var,” diyordu. “Ama hepsinden daha güzeli çocuklar.”
Bir kış sabahı giyinirken penceresinden dışarı göz attı. Baharın uykuda olduğunu ve çiçeklerin dinlendiğini bildiği için artık kışlardan nefret etmiyordu.
Birdenbire gözlerini hayretle ovaladı ve iyice baktı. Şahane bir görüntüydü bu. Bahçenin en uzak köşesinde bir ağaç güzel mi güzel beyaz çiçeklere bürünmüştü. Dalların hepsi altına dönmüş, üstlerinden gümüş meyveler sallanıyor, altında da şu sevdiği küçük oğlan duruyordu.
Dev büyük bir sevinçle merdivenden aşağı koşup bahçeye çıktı. Çimenliği aceleyle geçip çocuğa yaklaştı. Ve yaklaştıkça yüzü öfkeden morardı. “Seni böyle yaralamaya kim cüret etti?” diye sordu. Çünkü çocuğun avuç içlerinde de, küçük ayaklarında da birer mıh izi vardı.
Dev, “Seni böyle yaralamaya kim cüret etti?” diye bağırdı. “Söyle bana, koca kılıcımı alıp onu parçalayayım.”
Küçük çocuk, “Olmaz,” dedi. “Bunlar Sevgi’nin yara izleri.”
“Sen kimsin böyle?” diye soran ve yüzüne garip bir saygı ifadesi oturan Dev küçük çocuğun önünde diz çöktü.
Çocuk ona doğru gülümseyip, “Bahçende bir kere oynamama izin verdin, bugün de ben seni Cennet bahçemde ağırlayacağım,” diye cevap verdi.
O gün öğleden sonra çocuklar oynamak için geldiklerinde Dev’in ölmüş olarak ağacın altında yattığını gördüler; baştan ayağa beyaz çiçekler içindeydi.
SADIK ARKADAŞ
Bir sabah yaşlı Su Faresi yuvasından başını uzattı. Boncuk gibi parlayan gözleri ve kırçıl bıyıkları vardı, kuyruğu da uzunca kara bir lastik gibiydi. Sarı kanaryaları andıran yavru ördekler havuzda oraya buraya yüzüyor, kıpkırmızı ayakları olan bembeyaz anneleri onlara suyun içinde nasıl baş aşağı duracaklarını öğretmeye çalışıyordu.
Onlara, “Baş aşağı duramazsanız hiçbir zaman muteber cemiyete giremezsiniz,” diye telkin ediyor, her fırsatını bulduğunda bu işin nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelgelelim, yavru ördekler hiç oralı değildi. Muteber bir cemiyet içinde olmanın onlara nasıl bir fayda sağlayacağını göremeyecek kadar küçüktüler.
Yaşlı Su Faresi, “Ne asi çocuklar!” diye söylendi. “Boğulmayı hak etmiyorlar mı şimdi?”
Ördek, “Olur mu öyle şey?” diye karşılık verdi. “Kimse bunu anasının karnında öğrenmiyor, ayrıca bir ebeveyn her zaman sabırlı olmalıdır.”
Su Faresi, “Öyle mi? Ben ebeveynlik duygusunu hiç bilmem,” dedi. “Ben bir aile erkeği değilim. Doğrusu, hiç evlenmedim ve buna niyetim de yok. Aşk iyi, hoş ama arkadaşlık çok daha yücedir. Hatta bildiğim kadarıyla, dünyada sadık bir arkadaştan daha soylu ve değerli bir şey yoktur.”
Konuşmaya kulak misafiri olan ve yakındaki bir söğüt ağacına tüneyen bir Ketenkuşu, “Peki lütfen söyler misin, sadık bir arkadaşın vazifeleri hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordu.
Ördek, “Evet, ben de tam bunu öğrenmek istiyordum,” diyerek havuzun karşı ucuna kadar yüzdü ve yavrularına iyi bir örnek vermek için başı üstünde durdu.
Su Faresi, “Ne saçma bir soru!” dedi. “Sadık bir arkadaşın bana sadık СКАЧАТЬ