Önce bir oğlan ve kızın kalplerinde sevdanın doğuşunu anlatan bir şarkı okudu. Ve Gül Ağacı’nın en tepesindeki sürgünde nefis bir gül, şarkılar birbirini izledikçe yaprak yaprak çiçeklendi. Nehrin üstündeki bir sis kadar renksizdi başlangıçta… sabahın ayakları gibi renksiz ve şafağın kanatları gibi gümüş. Gümüş aynada bir gülün gölgesi gibi, havuzdaki bir gülün gölgesi gibi en tepedeki filizde çiçeklendi.
Fakat Gül Ağacı dikene daha çok yaslanması için Bülbül’e seslendi. “Yakına gel, küçük Bülbül,” dedi, “yoksa gül olmadan Gün doğacak.”
Böylece Bülbül Gül’e daha çok yaklaştı ve bir adamla genç bir kızın ruhlarında tutkunun doğuşuna gelince şarkılarını daha da yüksek sesle şakımaya başladı.
Ve gülün yapraklarına, gelinin dudaklarını öpen bir damadın yüzündeki kızarıklık gibi, pembenin narin kızartısı vurdu. Fakat diken henüz Bülbül’ün kalbine ulaşmadığından gülün kalbi beyazdı; ne de olsa bir gülün kalbini ancak Bülbül’ün kalbindeki kan kırmızıya boyayabilirdi.
Fakat Gül Ağacı dikene daha da yaklaşması için Bülbül’e seslendi. “Daha yakına gel, küçük Bülbül,” dedi, “yoksa gül olmadan Gün doğacak.”
Bunun üzerine Bülbül Gül’e daha çok yaklaştı ve diken kalbine değince şiddetli bir sancı vurdu içine. Buruktu, buruktu sancı ve Bülbül’ün coştukça coştu şakıması; çünkü Ölüm’le tamamlanan Aşk’ın, mezarda ölmeyen Aşk’ın şarkısını okuyordu.
Ve muhteşem gül doğunun göğü gibi kızardı. Kızardı taçyaprakların kuşağı ve kızardı bir yakut gibi çiçeğin kalbi.
Fakat Bülbül’ün sesi giderek zayıfladı, küçük kanatları çırpınmaya başladı ve gözlerine bir perde indi. Şakıması yitti ve boğazının sıkıldığını hisseder gibi oldu.
Derken, var gücüyle son bir ezgi okudu. Bembeyaz Ay o ezgiyi duydu ve şafağı unutarak gökyüzünde biraz daha oyalandı. Kırmızı gül o nağmeyi duydu ve cezbeyle baştan ayağa ürpererek sabahın ayazında taçyapraklarını açtı. Ekho[4] o nağmeyi tepelerdeki mor mağaralara taşıdı ve uyuyan çobanları rüyalarından uyandırdı. Nehirde arasından süzüldüğü kamışlar haberini denize ulaştırdı.
“Bak bak!” dedi Gül Ağacı, “Gül nihayet oldu.” Fakat Bülbül kalbinde dikenle yüksek otların içinde cansız yattığından cevap vermedi.
Öğlen olunca Öğrenci penceresini açıp dışarı baktı.
“Şuna bak, ne büyük bir talih!” diye bir çığlık attı. “Kıpkırmızı bir gül! Hayatım boyunca hiç böyle bir gül görmedim. O kadar güzel ki, eminim Latincede upuzun bir adı vardır.” Ve eğilip çiçeği kopardı.
Sonra şapkasını taktı ve elinde gülle Profesör’ün evine koştu.
Profesör’ün kızı kapının önünde oturuyor, bir çıkrıkta mavi ipek eğiriyordu; küçük köpeği de ayağının dibinde yatıyordu.
Öğrenci, “Sana kırmızı bir gül getirirsem benimle dans edeceğini söylemiştin,” dedi. “İşte sana tüm dünyanın en kırmızı gülü. Bunu bu akşam kalbinin üstünde taşı; birlikte dans ederken sana benim seni ne kadar sevdiğimi söylesin.”
Fakat kız yüzünü buruşturdu.
“Korkarım elbiseme pek uymayacak,” dedi. “Hem Mabeyinci’nin yeğeni bana bazı gerçek mücevherler gönderdi; mücevherlerin çiçeklerden çok daha değerli olduğunu herkes bilir.”
Öğrenci öfkeyle, “Yemin ederim, senin kadar nankörünü görmedim!” dedi ve gülü, sokağa fırlattı; gül oluğa düştü, üstünden de bir at arabası geçti.
Kız, “Nankör mü? Bak sana ne diyeceğim, sen de çok kabasın. Hem sen kim oluyorsun? Altı üstü bir Öğrenci. Mabeyinci’nin yeğeni gibi ayakkabılarında gümüş toka olduğunu bile sanmıyorum,” dedi ve sandalyesinden kalkıp içeri girdi.
Öğrenci oradan uzaklaşırken, “Aşk ne aptalca bir şeymiş,” dedi. “Hiçbir şeyi ispatlayamadığı için Mantığın yarısı kadar bile işe yaramıyor; bu da yetmezmiş gibi, insana hep imkânsız şeyleri anlatıyor ve doğru olmayan şeylere inandırıyor. Madem Aşk, faydanın her şey demek olduğu bu çağda hiçbir fayda etmiyor, ben de Felsefe’ye dönüp Metafizik çalışayım.”
Böylece odasına dönüp büyük tozlu kitabını çıkardı ve okumaya başladı.
BENCİL DEV
Çocuklar her öğleden sonra okuldan döndüklerinde Dev’in bahçesinde oynarlardı.
Yumuşacık yeşil çimeni olan harika bir bahçeydi burası. Çimenliğin orasına burasına yıldız gibi çiçekler serpiştirilmişti, ayrıca baharları pembe ve inci renkli narin çiçeklere bürünen, güzleri de bolca meyve veren on iki şeftali ağacı vardı. Kuşlar ağaçlara konup öyle tatlı şakırlardı ki, çocuklar onlara kulak vermek için oyunlarını bırakırlardı. Birbirlerine, “Burada ne kadar mutluyuz!” diye seslenirlerdi.
Bir gün Dev geri döndü. Arkadaşı olan Cornwall’lı gulyabaniyi ziyarete gitmiş ve yanında yedi yıl kalmıştı. Ve yedi yılın sonunda, sohbeti kıt olduğundan, söyleyeceklerini söylemiş olarak şatosuna çekilmeye karar verdi. Fakat geldiğinde çocuklar bahçesinde cirit atıyordu.
Aksi mi aksi bir sesle, “Burada ne yapıyorsunuz?” diye gürleyince çocuklar kaçıştılar.
Dev, “Benim bahçem bana aittir,” dedi. “Bunu herkes bilir, içinde benden başka kimsenin oynamasına müsaade etmem.” Böylece bahçeyi yüksek bir duvarla çevirdi ve bir uyarı tahtası dikti.
Çok bencil bir Dev’di.
Zavallı çocukların oynayacakları hiçbir yer kalmamıştı. Yolda oynamayı denediler, ama çok tozlu ve taşlı olduğu için orasını sevmediler. Öyle olunca dersleri bittiğinde yüksek duvarın çevresinde dolaşıp içerideki güzel bahçeden söz etmeye başladılar.
Birbirlerine, “Orada ne kadar mutluyduk,” dediler.
Sonra Bahar geldi ve tüm yurdu küçük çiçekler ve küçük kuşlar bürüdü. Fakat Bencil Dev’in bahçesi hâlâ kıştı. İçinde çocuklar olmadığından kuşlar şakımıyor ve ağaçlar çiçeklenmeyi unutuyordu. Bir keresinde güzel bir çiçek başını çimlerden yukarı uzattı ve uyarı tahtasını görünce çocuklar için o kadar üzüldü ki, tekrar yerin içine girdi ve uykuya daldı. Bu durumdan yalnızca Kar ve Ayaz memnundu. “Bahar bu bahçeyi unuttuğuna göre,” dediler, “burada yıl boyu kalabiliriz.” Kar büyük beyaz örtüsüyle çimleri örttü, Ayaz tüm ağaçları gümüşe boyadı. Sonra yanlarında kalması için çağırdıkları Kuzey Yeli geldi. Kürklere sarınmıştı Kuzey Yeli ve bütün gün bahçede gürleyip duruyor, baca külahlarını deviriyordu. “Burası СКАЧАТЬ
4
Yunan mitolojisinde bir dağ