Fonso’ya uzaktan el salladım. O da bir şeyler bağırarak bana el sallıyordu. Ağacın altındakiler bağrışıp çağrışıyor, birbirlerinin elinden elmalarını kapıp kaçıyorlardı. Cate bize doğru döndü.
Dışarıdakileri evden çağırmaya başladılar. Karanlıkta kapının biri açılmış, “Vakit geldi Fonso.” diye seslendi biri.
Sonra hepsi, kızlar, gençler ile çocuk koşarak yanımızdan geçip gözden kayboldular.
Yaşlı kadın iç çekerek uzaklaşmaya başladı. “Ah şu insanlar keşke anlaşabilse. Didişip duruyorlar ama onlara göre hava hoş tabii. Olan bize oluyor.”
Cate ile ben yalnız kalmıştık. “Radyoyu dinlemeye gelmiyor musun?” dedi.
Birlikte birkaç adım attıktan sonra birden durdu.
“Faşist değilsindir umarım.” dedi.
Ciddiydi ama gülmeye başladı. Elini tutup küçük bir kahkaha attım. “Hepimiz değil miyiz, sevgili Cateciğim?” dedim nazikçe. “Faşist olmasak hepimiz canımızı hiçe sayıp bombalarla ayaklanırdık. Olan biteni izleyip olayların seyrini değiştirmeye çalışmayan herkes faşisttir.”
“Hayır, değil.” dedi. “Doğru zamanı bekliyorlar. Önce savaşın sona ermesi gerek.”
Kırgın ve öfke doluydu. Elini tutmaya devam ettim.
“Eskiden bilmezdin bunları.”
“Sen de herhâlde kayıtsız kalıp harekete geçmeyenlerdensin. Peki ya arkadaşların?”
Arkadaşlarımı bir süredir görmediğimi söyledim. Kimisi evlenmiş, kimisi de taşınıp gitmişti. “Martino’yu hatırlıyor musun? Düğününü meyhanede yaptı.”
Birlikte Martino’ya güldük. “Herkesin başına geliyor.” dedim. “Aylarınızı, yıllarınızı birlikte geçirirsiniz, sonra bir bakmışsın biri işinden olmuş, diğeri taşınıp gitmiş. Her gün yüzünü gördüklerini tanımaz hâle gelmişsin.”
Cate bunun suçlusunun savaş olduğunu söyledi.
“Savaş yeni bir olay değil ki.” dedim. “Bir gün kendini yapayalnız bulursun. Çok da kötü bir his değil.” Bunun üstüne beni baştan aşağı süzdü. “Zaman zaman tekrar birini bulursun.”
“Senin için değişen bir durum yok ki. Yapacak bir işi olmayan, yalnız kalmak isteyen sen değil misin?”
“Haklısın.” dedim. “Yalnız kalmayı seviyorum.”
Bunun ardından Cate kendisinden söz etmeye başladı. Çalıştığını söyledi. Otelde garsonluk yapmış, fabrikada ve tatil köyünde çalışmıştı. Şimdi de her gün bir hastaneye yardıma gidiyormuş. Geçtiğimiz yıl da Nizza Sokağı’ndaki eski ev yıkılmış, herkes ölmüştü.
“O akşam seni üzdüm mü, Cate?” diye sordum.
Bana baktı. Anlamını çözemediğim bir gülümseme belirdi dudaklarında. Nezaketen tekrar sordum: “Evli misin, değil misin?”
Sessizce başını salladı.
“Benden daha hovardalar da varmış.” diye düşündüm. “Oğlan senin çocuğun mu?” diye sordum.
“Öyleyse ne olacak?” diye yanıtladı.
“Utanmıyor musun peki?”
Eskiden yaptığı gibi omuz silkti. Güldüğünü sandım ama boğuk, kısık bir sesle, “Konuyu kapatalım artık Corrado. Daha fazla konuşmak istemiyorum. Bu arada, sana hâlâ Corrado diye hitap edebilir miyim?” dedi.
Bunu duyunca üzüntüm biraz azaldı. Cate’in benle tekrar yüz göz olmak istemediğini fark ettim. Ne de olsa kendisine ait bir yaşamı vardı, bu da ona yetiyordu. Eski günlerdeki gibi tutku ile utanç arasında kalıp bu hislerini dışa vurmasından korkuyordum aslında.
“Şapşal.” dedim. “İstediğin gibi hitap edebilirsin.”
Belbo yanıma sokuldu. Elimi boynuna attım. O an herkes çene çalarak bağıra çağıra evden çıkıp geldi.
V
Haziran sona erdi. Okullar kapalıydı; ben de tüm vaktimi tepede geçiriyordum. Güneşin altında ağaçlı yokuşlarda dolanıp durdum. Le Fontane meyhanesinin arkasında geniş tarlalar ile üzüm bağları vardı. Oralara sık sık gider, korunaklı çukurlarında yabani çiçek ve yosun arayışına çıkardım, tıpkı çocukken bitkileri araştırıp bilimini çalışırken büyük bir hevesle yaptığım gibi. Kenarlarında sinsice yabani bitkilerin büyümeye başladığı sürülmüş tarlaları, köşklere ve bahçelere yeğlerdim. Le Fontane ormanın kenarında bulunduğundan yeri benim için çok uygundu. Sabahları da akşamları da Cate ile karşılaştığım olurdu ama kendimiz hakkında konuşmazdık. Zamanla Fonso’yu ve çevredeki diğer adamları tanımaya başladım.
Fonso ile şakalaşıp didişirdik. Henüz genç bir oğlandı; on sekizine dahi basmamıştı. “Söz konusu savaş olunca buna hepimiz dâhiliz.” dedim. “Sen yirmine, ben de kırkıma basınca çağıracaklar bizi. Sicilya’da nasıl ayakta durduğumuzu sanıyorsun?”
Fonso bir mühendislik firmasında getir götür işlerine bakıyordu. Her akşam annesi ve kız kardeşiyle gelir, sonra bisikletine atlayıp yanımızdan ışık hızıyla ayrılırdı.
Esprili ve alaycı üslubu olan bir gençti. Çok çabuk heyecana kapılıyordu.
“Sana söz: Beni çağırırlarsa gittiğim yeri havaya uçuracağım.” dedi.
“Sen de aynısın. Savaşın etkilerine maruz kalınca diğerlerinden bir farkın kalmayacak. İnsanlar anca kendi canı yanınca uyanıyor.”
“Savaşa çağrılan tüm delikanlılar sadece kendilerini uyandırmakla kalsalar fena olmazdı aslında.” dedi Fonso.
Fonso geçen yıl gittiği akşam okulunda istatistiğe, gazetelere ve güncel gelişmelere ilgi duymaya başlamıştı. Torino’da çalıştığı yerde Fonso’nun gözünü açan birileri vardı galiba. Savaş hakkında bilmediği yoktu; devamlı da bahsini ediyordu. Soru sorar, sonra yanıtını dinlerken konuşanın sözünü başka bir soruyla bölerdi. Bilimsel konulara, ilkelere de merak salmış, bunlar hakkında da büyük bir hevesle konuşurdu.
Ben konuşurken araya girdi. Benim de bu ülkenin bir vatandaşı olduğumu söyleyip harekete geçmeye hazır olup olmadığımı sordu.
“Onun için el becerikliliği gerek.” dedim. “Genç olmak gerek. Aylak aylak dolanmanın bir anlamı yok. Bunun tek yolu vahşetten geçer. Savaştayız ne de olsa.”
Fonso ise buna gerek olmadığını söyledi. Faşistlerin ödü kopuyormuş. Savaşı kaybettiklerini biliyorlarmış. İnsanları artık silahlandırmıyorlarmış bile. Kaçıp kalabalığın içinde kaybolmak, “Buyurun, siz СКАЧАТЬ