III
Ertesi sabah bir grup insanla, uzaktan gelen gürültü ve patlamaların eşliğinde kasabaya döndüm. İnsanlar kucaklarında bohçalarıyla oradan oraya koşturuyordu. Sokaklardaki asfaltta delikler, her yerlere saçılmış yapraklar, bazı yerlerde de su birikintileri vardı. Kasaba şiddetli bir dolu fırtınası atlatmış gibiydi. Patlamalardan kalan son yangınlar günün aydınlığında kıpkırmızı parlıyor, çatır çatır yanıyordu.
Okul her zamanki gibi ayaktaydı. Kasabadaki zararı gidip görmeye can atan ihtiyar Domenico beni telaş içinde karşıladı. Tehlikenin geçtiğine işaret eden sinyal sesinden sonra gün doğmadan zaten çıkıp gezmişti çevreyi. Herkesin saklandığı delikten çıktığı, öğrenci ya da öğretmenlerden birinin açtığı kapının aralığında cayır cayır yanan yangından parlayan ışığın sızdığı, içecek bir şeyler alıp arkadaşlarını tekrar görebildiği için sevindiği o saatlerde çıkmıştı. Geceyi geçirdiği sığınakta olup bitenleri anlattı bana. O gün derslerin tabii ki işlenmeyeceğini de söyledi. Hatta tramvaylar bile durmuştu; faciaya yakalandığı yerde içleri boş, kapıları açık öylece duruyorlardı. Tüm telleri kopmuştu. Sanki gözü dönmüş ateşten bir kuşun kanatları değmiş gibi duvarlarında yanık izleri vardı. “Mahvolmuş sokaklar. Etrafta da kimseler kalmamış.” deyip duruyordu Domenico. “Sekreterimi daha görmedim. Fellini’yi de. Kimseden haber alamıyoruz.”
Bisikletlinin biri gelip ayaklarını yere dayayarak yanımızda durduktan sonra Torino’nun tamamen harap olduğunu söyledi. “Binlerce insan öldü. İstasyonu yerle bir ettiler, dükkânları yakıp yıktılar. Radyoda bu akşam yine geleceklerini söylediler.” deyip arkasına bakmadan basıp gitti.
“Amma da konuştu.” diye mırıldandı Domenico. “Fellini de neyin peşinde anlamıyorum. Şimdiye çoktan gelmiş olmalıydı.”
Sokağımız gerçekten de sessiz ve bomboştu. Okul bahçesindeki ağaçlar köy bahçelerinde olduğu gibi eski duvarın üstünü kaplıyordu. Dışarıda işitilen günlük telaşelerin sesleri, tramvayın takırtıları, konuşma uğultuları bile buraya gelemezdi. Koşuşturan oğlanların ayak seslerini işitmiyor olmak bana eski günleri hatırlattı. Gecenin karanlığında, şu an sakinliğe bürünmüş göklerin altında bu evlerin acımasızca yıkılıp harap edildiğine inanmak güçtü. Domenico’ya Fellini’yi aramak istiyorsa gidebileceğini, bekçi kulübesinde onları bekleyeceğimi söyledim.
O sabahı, yakın zamanda yapılacak olan denetleme için sınıf defterini güncellemekle geçirdim. Hesaplamalar yapıp raporlar yazdım. Ara sıra başımı kaldırıp koridor ile boş sınıflara göz gezdirdim. Cansız bedenleri yatırıp, yıkayıp cenaze için kıyafet giydirip hazırlayacak kadınları düşündüm. Her an gökyüzü gürül gürül motor sesleriyle inleyebilir, göklerden üzerimize kıpkırmızı alevler yağabilir, okuldan geriye yalnızca devasa bir delik kalabilirdi. Önemli olan yalnızca hayattı, hayatta kalabilmekti. Bu sınıf defterleri, okullar, cesetler çoktan önemini yitirmişti.
O sessizliğin içinde çocukların adlarını mırıldanırken kendimi dualar eden yaşlı kadınlar gibi hissettim. Kendi kendime gülümsedim. Çocukların yüzleri canlandı gözümün önünde. Aralarında dün akşam ölen var mıydı? Hava saldırılarının ardından, gündelik yaşamlarının bu olağanüstü olaylarla tamamen altüst olup okulların tatil olmasını beklerkenki o neşeli heyecanları, akşamları sirenlerin beni serin odamda yatağıma rahatça uzanmış şekilde yakaladığında hissettiğim o hazzı anımsatıyordu. Çocukların suçluluk duygusundan ve farkındalıktan yoksun bu hâllerine nasıl gülebilirdim ki? Bu savaş süresince hiçbirimizde kalmamıştı o farkındalık çünkü hepimiz için bu ürkütücü olaylar günlük yaşamın bir parçası, rutinleşen tatsız olaylar hâline gelmişti. İnsanın bu olayları, “Savaşın içindeyiz.” diyerek ciddiye alması daha da kötüydü çünkü bu sefer de çevrenizdekiler aklınızı yitirdiğinizi düşünürlerdi.
Ancak ne olursa olsun o gece ölenler olmuştu. Binlerce olmasa da birçok insan hayatını kaybetmişti. Hatırı sayılır miktarda hem de. Kasabada kalan insanları düşündüm. Cate’i düşündüm. Her akşam tepeye çıkmayacağını kabullenmiştim. Bunu o gün bahçede birilerinin söylediğini duymuştum; gerçekten de sirenlerin çaldığı o akşamdan bu yana şarkı söyleyen yoktu. Ona söyleyecek bir şeyimin olup olmadığını sordum kendime. Onda beni korkutan bir şey mi vardı? Asıl özlediğim o karanlıktı, o ev ile ormanın havası, gençlerin cıvıl cıvıl sesleri, tüm bu yeniliklerdi. Belki de Cate o akşam söylenen şarkılara eşlik bile etmemişti. “Başlarına bir şey gelmediyse bu akşam gelirler.” diye düşündüm.
Telefon çaldı. Arayan, öğrencilerden birisinin babasıydı. Derslerin gerçekten de iptal olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Dün akşam yaşananların ne kadar korkunç olduğunu söyleyerek devam etti. Peki ya hocalar, müdür bey? Herkes iyi miydi? Acaba oğlu fizikten geçebilecek miydi? Savaşın acı gerçekleriymiş işte! Sabırlı olmalıymışız hepimiz. Yardıma muhtaç ailelere anlayış gösterip yardım etmeye devam etmeliymişiz. Saygı ve özürlerini sunarmış.
O andan itibaren telefon hiç susmadı. Öğrenciler, meslektaşlarım, sekreter ardı ardına aramaya başladı. Fellini saklandığı delikten arayıp telefonu benim açtığımı duyunca, “Çalışıyor musun sen?” dedi şaşkınlıkla. Hoşnutsuzlukla dudağını büktüğünü telefonun diğer ucundan görür gibiydim. “Hayır ama bekçi kulübesinde kimse yok. Tatile çıktığımızı mı sanıyorsun sen? Çık gel çabuk. Domenico’ya yardım et.” deyip telefonu kapadım. Sonra dışarı çıktım. Artık yapabileceğim başka bir şey yoktu. Dün yaşananların ardından bunların hepsi gülünç geliyordu. Sabahı, güneşin altında yıkıntıların arasında dolanarak geçirdim. Etrafta dolaşan insanlar da vardı, öylece dikilip bakınanlar da. İçi dışına çıkmış evlerden dumanlar yükseliyordu. Yolların kesiştiği noktalarda trafik vardı. Yukarıdan, yıkılan duvarların üstünden yırtılan halı parçaları ve kurusun diye asılmış çamaşırların üzerine güneş vuruyordu. Harabelerin yenisini eskisinden ayırmak güçtü. Nedense yağan bombaların aynı yere iki defa düşmeyeceğini düşünüyordu insan. Kan ter içinde kalmış meraklı bisikletliler ayaklarını pedallarından indirip dikiliyor, harabelere bakıyor, sonra başka yıkıntıları keşfetmek üzere bisikletine atlayıp tekrar yola düşüyorlardı. Bu meraklarının kaynağı hiç kuşkusuz yoldaşlarına körü körüne duydukları anlamsız sevgiydi. Yangın kalıntıları olan bir kaldırıma masalar, şilteler ve kırık mobilyalar yığılıyordu. Hepsini yaşlı bir kadın bir başına taşıyıp getiriyordu. Toplanan insanlar yalnızca izliyordu. Hepimiz ara sıra kafamızı kaldırıp gökyüzüne bakıyorduk.
Askerleri görmek tuhaf geliyordu. Birlikler hâlinde ellerinde kürek, başlarında çelik kasklarla dolanıyorlardı; sığınaklardan yıkıntı toplamaya, enkazın altından ölü ve dirileri çıkarmaya СКАЧАТЬ