Название: Acı Gülüş
Автор: Hüseyin Rahmi Gürpınar
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6486-12-6
isbn:
Tosun, mahalle delikanlılarından bir tabur kurarak bir kumandan cesaretiyle öne düşmüş geliyordu. Hasan Efendi’ye yaklaşınca, Tosun bağırdı: “İstoper!”
Rappp… Adım sesleriyle beraber şarkı da kesildi. Kederinden söz söyleyemeyerek hâlâ titreyen yağlıkçıya karşı yorgancı kalfası neşeli bir seda ile: “Allah devlete millete zeval vermesin, arkadaşlar hep talimli. Vaktiyle hep silah taşıdık. Onbaşımdan yediğim tokat aklıma gelince hâlâ dumanı gözümde tüter. Çorba gibi yola çıkmaktansa böyle taburla gelmeyi münasip gördük. Langa dönüşü bu… İçimizde tütsülü kafalar da var… Şuara da eksik değil… Şarkı ebelerinden biri çarçabuk bir köfte (güfte) doğurdu. Beyit düzdü. Hanende beylerden biri de ezgili bir makam uydurdu. Söyleyerek geldik. Ne var? Kızdın mı baba? Baskına da nikâha gidilir gibi efendice gidilmez a… Bıçkınız işte. Allah böyle yaratmış. Tutuldunsa iskambilini ver çık… Bu böyledir… Biz kasavet tutmayız.”
Hasan Efendi nihayet söz söyleyebilecek hâle gelerek: “Allah belanı versin. Ben sana böyle mi tembih ettim? Bir kere başını çevir de arkana bak. Sokaklar adam almıyor. Yedi mahallenin halkını birden kaldırmışsın. ‘Aman susalım!’ yaygarasıyla bütün dünyayı velveleye veriyorsunuz. Bu ne kepazelik!”
“Kepazelik olmazsa biz ne ile yaşarız baba? Mangiz yok… Aftos yok… Gönül sevdalı, cepler boş… Ona buna sırıtınca bunun adı ‘tecavüz’. Sokaklarda bağırıp da sevdanı dışarı verince bu da ‘kepazelik’, ne yapalım? Baskın bu, boru değil… Bizim gibi tosunların başka ne eğlenceleri var? Yangın bir, baskın iki… Parasız tiyatora.”
“Sus… Biz buraya külhanbeyi loncası açmaya gelmedik. Diskuru kes şimdi… Lafıma kulak ver. Uncunun evinin arkasında bir bostan var… Çiçekçi bostanı…”
“İçinde semizotundan başka çiçek yok a… Adı böyle…”
“Her ne ise… Arkadaşlarınla beraber o bostana atlamalı. Fakat taburla, şarkı söyleyerek değil, gayet sessizce… Âdeta hırsızlama…”
“Hırsızlama mı? Bostandan ne aşıracağız?”
“Ananın örekesini… Ulan ben sizi alayla gece yarısı hırsızlığa mı gönderiyorum sanıyorsun? Yediği herzeye bak!”
“Ne bileyim ben? Hırsızlama dedin de…”
“Bir ot parçası bile koparmayacaksınız, anlıyor musun? Sonra burnunuzdan getiririm.”
“İçimizde bu kadar rakı yangını var. Ağaçlarda yemiş görürsek diş oynatmadan durabilir miyiz?”
“Hay sizin gözünüze dişinize şimdi ha…”
“Eh, eh… Alt tarafını salıverme. İçinde dursun.”
“İnnallaha maassabirin, ne laf anlamazlara çattık! Hüsnü Efendi sizinle nasıl geçiniyor bilmem ki?”
“Ustanın adı şimdi ‘efendi’dir ama o da bizim gibi çekirdekten yetişmedir. Biz birbirimizi anlarız, sen onun efendiliğine bakma. Gazeteyi kör dilenci gibi makamla şavullama okur. Elifi yan yatırsan tanıyamaz. Mutlaka kazık gibi dikine durmalı ki gözüne girsin. Geçenlerde Beyoğlu’nda bir Şişli kibarını ‘şiş kebabı’ okudu da gülmeden bayıldık. Sonra bunun üzerine ne halt etse beğenirsin? ‘Mahalle’yi ‘muhallebeli’ diye heceledi. Ne yaparsın? Ustadır, şiş kebabının üstüne muhallebiyi de piyizlendik oturduk. Yorgancının âlimi, efendisi bu kadar olur.”
“Tosun bu akşam sen nerede içtin bu kadar?”
“İçmedik. Sağanak geçiren mortocu hırkası gibi ta iliklerimize kadar çektik, şişmiş süngere döndük. Akşamüstü gelirken Langa’dan doğru bir lamelif çevirelim dedik, lamelifin fiyongası Uzunodalar’a düştü. Lafın kısası içeri daldık, meyhane değil burası, batakhaneye benzer. İç kapının arkasında bir enez küpü vardır. İçmek lazım değil, kapağını aç bir kokla, oraya uzanırsın; baldıran kökü hülasası… Miçoya, ‘Doldur!’ dedik. Miço dersem ellilik kıranta bir herif… O meyhanede ondan aşağı yaşta çırak kullanmaya gelmez, tehlikelidir. Rakı en ziyade sevda damarına dokunur. Göze bir şey görünmez. ‘Civanım, bir daha doldur fakat dört kadehi bir yap da bardağa akıt. Bu akşam baskına gidiyoruz laf değil.’ dedim. Getirdi, yuvarladım. Bir daha… Bir daha… Vay geçmişine üflediğimin meredi be… Tezgâh başında zelzele olmaya başladı. Fırtınada demir tarayan gemi gibi sallanıyordum. Emin, kolumdan çekti. ‘Yetişir, gidelim!’ dedi. ‘Arkadaş kapıyı bul da çıkalım.’ dedim. Üç adım attım. Bu sefer de gözlemeci merdanesi gibi rakı beni yuvarladı.”
“Lafı kes. Şimdi aklın başında ya?”
“Ne demek? Tosun’un aklı dört beş bardakla oynar mı? İşte ayıklığımın mostrası meydanda… Laflarımda sarhoşluk nişanesi var mı? Bak bu kadar delikanlı kumandamı bekliyor. Bir işaret edersem şimdi mahallenin altını üstüne getiririm.”
“Sakın ha habis… Sonra seni elebaşı diye polise veririm.”
“Elebaşı mı? Hamam kızdı mı oynayacağız?”
“Hamam değil benim başım kızdı. Susar mısın? Yoksa susturayım mı?”
“Kızma babacığım… Daha marta çok var. İşte sustuk. Elhap…18 (Başını arkaya çevirerek) Arkadaşlar dikiz gelin. Dilsiz oyunu var.”
Arkadaki kalabalık hep birden: “Elhap…”
“Maşallah arkadakiler de sana uygun… Bu akşam Uzunodalar’daki küplerde zırnık bırakmamışsınız.”
Hasan Efendi birkaç lahavle ile başını sağa sola salladıktan sonra arkadaki delikanlı kalabalığına doğru: “İçinizde sarhoş olmayanlar yahut razıyım, söz anlayacak derecede çakır keyif bulunanlar varsa ileri gelsin.”
Kalabalık arasında şu sözler dolaşır:
“Ne diyor? Ne diyor?”
“ ‘İçinizde çakaralmazlar19 varsa ileri gelsin.’ diyor.”
“Vay kahpe oğlu be… Bizi Diyarbakır çakmaklısı diye ona kim anlatmış? Çakarız baba fakat almayız. Bize fitil işlemez.”
“Biçimsizlenme ulan… Elhapı neden bozuyorsun?”
“Laf soruyor be… Ona fesimin ibiği cevap verecek değil ya? Elbette ağzım söyleyecek…”
Birkaç delikanlı Hasan Efendi’ye yaklaşarak: “Biz ayığız efendi… Ne emriniz varsa söyleyiniz.”
Arkadan kahkahalar: “Ulan Faik’e bak… Şamandıra gibi sallanıyor da aval ‘Ayığız.’ diyor.”
“Ayıktır… Ayık… Efendi cin içer. Matarası cebindedir. Salak Eyüp vapuru СКАЧАТЬ
18
Elhap: Tıp oyunu. (e.n.)
19
Çakaralmaz: Basit, ilkel tabanca. (e.n.)