Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı- - M. Turhan Tan страница 18

Название: Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-

Автор: M. Turhan Tan

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-79-2

isbn:

СКАЧАТЬ type="note">41

      Hüseyin sersem sersem Çırağan’dan çıktı, sersem sersem Topkapı’ya geldi, üç gün süren ağalığının yadigârı olarak ihsan olunan yatağı omuzlayarak ve bir lahzada hazırlanan aylık beratını koynuna koyarak gene sersem sersem sokağa düştü.

      O sabah Enderun gözüne kasvetli görünüyor ve oradan ayrılıp Seher’e kavuşmak için yol arıyordu. Fakat şimdi elemli idi. Çünkü nefsini Seher’e şirin gösterecek ağalık elden gitmişti. Kapı dışarı edilmiş bir uşak durumundaydı. Nefsinde sönmüş bir mum, durmuş bir yürek meskeneti seziyor ve utanıyordu.

      Bununla beraber, yürümek, bir yere sığınmak ihtiyacını da duymaktan geri kalamıyordu. Sırtında döşek, saray kapısı önünde direnip duramazdı. Onun için, gözleri nemlene nemlene Ayasofya istikametinde yürüdü, Divanyolu’na kıvrıldı.

      Bir bekâr odası bulmak yahut bir kahve köşesi kiralamak istiyordu. Irgat pazarında böyle odalar, köşeler bulunduğunu duyduğundan yatağını, yorganını sürüye sürüye o tarafa doğru gidiyordu.

      İşte bu gidiş sırasında sokakların birinden Divanyolu’na bir kalabalığın dökülmeye başladığını gördü, Firuzağa Camisi’nin dış kapısı içine yükünü bırakarak seyre daldı.

      Bu bir alaydı. Lakin Hüseyin’in görmediği, adını ve mahiyetini bilmediği alaylardan olup daha dün seyrettiği gidiş mevkibine benzemiyordu. Onun gibi vakur, süslü ve tantanalı değildi. Lakin hareket ve canlılık bakımından daha üstün görünüyordu. Belki heybet itibarıyla da saraylıların cemiyetinden üstündü. Zira bu alayda ses vardı, heyecan vardı ve bilhassa silah vardı.

      Delikanlı, duvar diplerine sıralanarak geçenleri seyre girişen halkın gözünde merakla korkunun iştirakini sezdiğinden alaya daha fazla ilgi gösterdi, bütün idrakini şahlandırarak kalabalıktaki sırrı keşfe savaştı. Önde, en önde iki sıra üzerine yürüyen yüz yeniçeri ona bir mana ifade etmedi. Lakin kollarında deveden file kadar birçok hayvan ve çadırdan gemiye kadar birçok eşya resmi işlenmiş olan bu adamların tepeden tırnağa silahlı bulunmaları, bakışlarında yürekler titreten bir heybet pırıldaması hoşuna gitti. Yeniçerilerin elbiseleri saraylılarınki kadar zengin ve rengin değildi. Fakat o üsküfler, o kalafatlar, o börkler, o sarıklı kavuklar, o renk renk kaftanlar, entariler, şalvarlar, saltalar, tozluklar, yemeniler bu gürbüz insanların sırtında tunçtan, çelikten dökülmüşler gibi bambaşka bir mana alıyordu.

      Yeniçerilerin arkasından gene ocaklı oldukları anlaşılan dev cüsseli iki adam göründü. Bunlar, iki elinin üstünde sekiz on renge boyanmış, bol yaldıza bulanmış bir tahta taşıyan başkarakullukçu kılıklı bir adama yol açıyorlardı. Tahtanın üzerinde keskin yaldızla işlenmiş bir merdiven resmi, onun alt yanında da 50 rakamı görülüyordu.

      Fakat garabet tahtada, resimde, rakamda olmayıp onu taşıyan başkarakullukçunun takındığı tavırdaydı. Herif mukaddes bir kitap veya aziz şahsiyetlere ait bir nesne götürüyormuş gibi bariz bir huşu içindeydi. Mukaddes bir emaneti gene mukaddes bir makama götürdüğünü hissettire ettire ve mabette yürüdüğü zehabını uyandıra uyandıra adım atıyordu.

      Başkarakullukçuyu üç Bektaşi dedesi takip ediyordu. Bunlardan birinin öbürlerinden mertebece üstünlüğü iki adım kadar ileri yürüyüşünden, berikilerin de biraz büzülerek ve küçülerek onun arkasında bulunmalarından anlaşılıyordu. Fakat dedelerin üçü de bir tipteydi. Başlarında iki köşeli birer taş, bellerinde birer kemer, ellerinde birer teber bulunuyordu.

      Babaların ardından bir düzine kadar genç geliyordu. Hepsi seçme güzel olan bu delikanlılar, kadınları imrendirecek derecede şık giyinmişlerdi. Başlarında, bellerinde çok kıymetli Kişmir şalları, sırtlarında kadife saltalar, keskin renkli ipek kumaştan kesilme yelekler ve entariler vardı. Kuşaklarının arasında kabzaları görünen hançerler elmaslıydı ve hepsi şuh bir salınışla yürüyorlardı.

      Daha geride gelenler kuru kalabalıktı. Nizamsız bir akışla delikanlıların izleri üzerinde dalgalanıyorlardı. Hüseyin’in dikkatini en çok çelen nokta: Alayın önünde, sağında, solunda ve ardında hiç kesilmeden, hiç kısılmadan muttarit bir sayhanın yükselmesiydi. Birçok ağızlardan çıkan, fakat tek bir ağızdan çıkıyor gibi görünerek alayın imtidadınca gürleyip duran bu sayhada hep aynı kelimeler beliriyordu:

      “Savulun, nişan geliyor!”

      Hüseyin, belki yirmi dakika kulağında uğultulu akisler yapan bu cümlenin neyi ifade ettiğini bir türlü kavrayamadı. Onun bildiğine göre nişan, evlenecek adamların gelin olacak kıza gönderdikleri eşyaya denirdi. Yeniçerilerin şu yürüyüş sahnesinde ise nişan denilebilecek bir şey görünmüyordu. Başkarakullukçu kılıklı adamın âdeta dini bir hürmetle taşıdığı boyalı, yaldızlı tahtanın da nişanla alakası yoktu.42

      Delikanlı, iliğine kadar yayılan merakı gidermek için konuşacak bir adam arıyordu. Fakat sokağı dolduran halk, ağızları mühürlenmiş gibi umumi bir sükût içindeydi, kimsenin kimseye tek bir kelime söylediği duyulmuyordu.

      Korkudan mı susuyorlardı, saygıdan mı?.. Kendisi de dilsiz duran Hüseyin bu ciheti henüz kestiremeden seyircilerin sükûtu bozuldu, uzaklaşan alayın ardından bir fısıltı, bir dedikodu başladı. Biraz önce söz perhizine girmiş gibi dudaklarını yumulu tutan halkın dili şimdi bir karış uzamıştı ve herkes konuşuyordu.

      Hüseyin bu durumdan istifade ile tatlı yüzlü bir adama sokuldu:

      “Ağa!” dedi. “Bu alay neyin nesi?”

      Bu suale muhatap olan kimsenin yüzünde bir hayret belirdi, gözlerinde bir tebessüm parladı ve dudaklarından alaylı bir cümle döküldü:

      “Sokağa yeni mi çıkıyorsun evlat?..”

      “Hayır. Her gün sokağa çıkarım.”

      “Öyleyse benimle eğlenmek istiyorsun?”

      “Neden?”

      “İstanbul’da yaşayıp, İstanbul’da dolaşıp yeniçerilerin nişan götürmelerinin ne demek olduğunu bilmemek olur mu?”

      “Bilmiyorum işte!..”

      “O hâlde gözünü kapayarak, kulağını tıkayarak geziyorsun. Bu gördüğün işe nişan alayı derler. Yeniçeri kabadayılarından biri kahve işletmek isterse oraya kendi ortasının nişanını böyle alayla getirip asar.”

      “Sonra ne olur ağa?”

      “Ne olacak oğul! O kahve de artık ‘melek girmez’lerden olur, içinde adam kesseler kimse dönüp bakmaz, bakamaz.”43

      Hüseyin, kendisini saraydan kovduran yeniçerilerin ne korkunç bir kuvvet olduğunu artık daha iyi anlıyordu. Bu anlayış onda garip bir merak uyandırdı. Şimdi ocağı ve ocaklıyı yakından tanımak istiyordu. Birden yüreğine düşen bu merakla muhatabına sordu:

      “Nişanı hangi kahveye götürüyorlar dersin?”

      “Bir aydır dedikodusu oluyor: Nefes tornacısı СКАЧАТЬ



<p>42</p>

Bu nişan taşıma merasimini Vakanüvis Esat Efendi Üssü Zafer adlı eserinde müstehzi bir lisanla hikâye eder. Daha fazla tafsilat almak isteyenlere o kitabı okumalarını tavsiye ederim. (y.n.)

<p>43</p>

Hikâyemizin cereyan ettiği tarihlerde Bahçekapısı’ndaki bekâr odalarına “melek girmez” derlerdi. Bu odalar yeniçerilerden otuz bir cemaatin idaresi altındaydı. Bu cemaat mensubu olan külhaniler, yakaladıkları kadınları “melek girmez” mıntıkasına aşırırlar ve akla sığmaz edepsizlikler yaparlardı. Şanizade tarihinde okunduğuna göre, büyük bir taun hastalığından istifade olunarak yerine şimdiki Hidayet Camisi yapılmak üzere bu odalar yıktırıldığı vakit birçok kadın ölüleri bulunmuştu. Nitekim Üsküdar’daki bekâr odaları kaldırılırken de piçlendirilmiş kadınların kullandıkları sayısız beşiklere tesadüf olunmuştu!.. (y.n.)