Название: Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-
Автор: M. Turhan Tan
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-79-2
isbn:
Kadına karşı kayıtsız değildi. Hatta hovardalıkta bütün İstanbul külhanlarına taş çıkarıyordu. Lakin kadın güzelliğini bir gülün yaprağına, bir bülbülün ağzına benzetirdi. Gülün ıtırını, bülbülün sesini erkek güzelliğinde arardı.
Onun için meçhul delikanlının kusurunu hoş görmüş ve ondaki bedii tenasübe kıymet vermişti. Haydar Baba’nın da aynı düşünce ile heyecanlanarak toy delikanlıya alaka gösterdiğini görünce yataklı bıyıklarını sıvazladı.
“Nakilci benim.” dedi. “Dileğin neyse söyle!”
Hüseyin, o meclisin mehabetinden doğma şaşkınlığını artık gidermişti. Yaradılışındaki safiyete yakışan bir sadelik içindeydi. Gene o sadelikle babaların yanından çekildi, Nakilci Mustafa’nın önüne gelip diz çöktü, anlatmaya koyuldu:
“Ben Gülhaneliyim. Adım Hüseyin’dir. Yetim doğdum, öksüz büyüdüm. İki yıldır toprak belleyip karnımı doyuruyordum. Üç gün önce bahtım açılır gibi oldu. Şarkı okuyarak Ortaköy’den Beşiktaş’a doğru inerken şevketlu hünkâr tarafından Çırağan’a çağrıldım, seferli koğuşuna çırağ edildim. Bu sabah da kovuldum. Kusurum olsa gam yemezdim. Lakin bir suç işlemeden kapı dışarı edilmek gücüme gitti. Hele beni saraydan yeniçeri ağalarının kovdurduğunu öğrenince yüreğim bir kat daha incindi. Ben ağaları tanımam. Ağalar beni bilmez. Neden lokmamı ağzımdan aldırdılar? Senin ününü duyunca işte bunu sormaya geldim. Mert bir adamsan elimden tut, beni hakkıma kavuştur.”
Babalar da ağalar da onu cezbeli bir zevk içinde dinliyorlardı. Onların her biri belki yüz delikanlıya şarkı okutmuş ve o gençlerin tekellüm yahut terennüm ederken seslerinde beliren -tiz veya pest- ahengi derece derece ölçmüş kimselerdi. Fakat hiçbiri bu kadar candan konuşan, kelimeyi nağme yapan bir ağız görmemişti. O sebeple mütezayit bir hazza kapılmışlardı, yüreklerini kulaklarına takarak vakur bir hıçkırık gibi dökülen bu sesi ruhlarına geçiriyorlardı.
Nakilci, heyecan bakımından berikileri çok geçmişti. Delikanlının sesine kulağını değil, ruhunun en derin köşesini açmış gibiydi ve o sesi âdeta katre katre içiyordu, sarhoşluğa yakın bir neşe alıyordu.
Hüseyin susunca o, babalara söz söylemek fırsatı vermedi. Muhitin yegâne fermanferması, yegâne hüdası olduğunu hissettiren bir gururla boynunu dikti, kaşlarını çattı.
“Anladım delikanlı!” dedi. “Anladım. Sen bizim Ceb Odabaşı’nın haber verdiği sesi güzel Gülhanelisin. Bilmezlikle sana gadretmişiz. Lakin kötü görünen işlerden çok kere iyilik çıkar, sen de sarayda kaybettiğin kazancı ocakta bulacaksın.”
Ve bir nebze düşünür gibi davrandıktan, dört yanına bakındıktan sonra ilave etti:
“Saray köleler ocağıdır. Ocağımız ise erler yatağıdır. Padişah katında bürüneceğin sırma, sümüklü böceklerin duvarlara işlediği yaldıza benzer. Çünkü sürünerek gezeceksin. Ocağa girersen boyun uzayacak, boynun dikleşecek, sesin gürleşecek. Onun için saraydan kovulduğuna tasalanma. Sen düşmedin, kalktın. Padişahı kaybettin amma Nakilci’ye kavuştun. Bundan geri sırtın yere gelmez.”
Hüseyin bön bön sordu:
“Ne olacağım ağa? Anlamadım…”
Nakilci, gözlerini onun yüzünde gezdire gezdire cevap verdi:
“Ocağın tosunu!..”
Ve münakaşa kabul etmeyeceğini hissettiren bir sesle istikbalin krokisini çizdi:
”Bugünden tizi yok, sofa tezkeresi alacaksın. Benim yanımda kalacaksın. Sultan Mahmut’tan üç umuyorsan benden beş um. Seni kuş sütüyle beslerim, âleme tanıtırım. Padişah da varsın, kaybettiği sesi sokaklarda arasın. Biz ondan adam alırız amma o bizden eski bir pabuç alamaz. Anladın, değil mi?.. Öyleyse geç yanıma otur. Bismillah deyip bir kayabaşı oku!..”
Nakilci, vaktiyle İkinci Selim’i İstanbul sokaklarında bahşiş için sıkıştıran ve herife at üstünde saatlerce ter döktüren yeniçeriler gibi pervasız konuşuyordu.49 Çünkü aynı ruhu taşıyordu. Gene o, eski padişahlardan Genç Osman’ı -öldürülmek üzere Yedikule’ye götürüldüğü sırada- güzel bulup çirkin bir iştiha ile baldırlarından okşayan Altıncıoğlu gibi gem almaz bir ihtirası temsil ediyordu, çünkü aynı takımdan ve aynı soydandı.50 Gene o, Dördüncü Murat’ı zorla ayak divanına çıkararak apaçık tahkir eden, hatta üzerine saldırarak, vurmak için el kaldırarak korkunç sözler püsküren ocaklılar gibi tahtı, üstüne tükürülebilir bir tahta yerine koyuyordu. Çünkü aynı karakter sahibiydi.51
Hüseyin -bütün saffetine rağmen- nasıl bir adamla karşılaştığını anladı. Kendini seferli koğuşuna çırağ eden padişahla bu işi beğenmeyerek bozduran ocak arasındaki kuvvet farkını da bütün genişliğiyle gördü. İkinci Mahmut’un nazik sesi, gönül okşayan durumu kısa bir lahza kulağında ve gözünde canlanmış, sonra bu hatıralar Nakilci’nin gürleyen sadası, öd koparan heybeti karşısında silinip uçmuştu. Artık kudretin -babadan, dededen kalma bir miras olarak-sürülen saltanatta değil, silahın ve cesaretin yarattığı pervasızlıkta bulunduğunu gereği gibi anlamış bulunuyordu.
Korkmuyordu, yalnız düşünüyordu. Nakilci’ye uyup yepyeni bir hayata atılmak mı, yoksa koynundaki beratın temin ettiği lokmaya kanaatle bir han köşesine çekilerek saraya da ocağa da yabancı kalmak mı doğruydu? Korkunç yeniçerinin emrini yerine getirmek için hafızasından şarkı seçiyor gibi görünerek bu düşünceyi geçiriyordu. O arada Seher’in yüzü yüreğinden kalktı, göz bebeklerine geldi ve muhakemesini altüst etti. Şimdi kararını kendi iradesinden değil, Seher’in hayalinden alıyordu ve onu bulmak için ocağa yaslanmak ihtiyacını duyuyordu.
Hüseyin bu ıstırara çarçabuk boyun eğdi, dünü ve o günü unutup yarının -Seher hâlinde temessül eden- cazibesine kapıldı ve bu ruhi hâletin şevkiyle terennüme başladı. Ortaköy’den Beşiktaş’a doğru yürürken olduğu gibi, gene coşuyor, taşıyor ve sesine dalgalı bir aşk denizi yükleyerek dinleyenlerin kulaklarına köpük köpük ahenk döküyordu.
Babaları görmüyordu, ağaları görmüyordu, kendini kıskana kıskana süzen delikanlıları görmüyordu. Muhitin üstünde, belki hayatın ve kâinatın üstündeydi. Yalnız Seher’i görerek, yalnız Seher’in nurunu içerek ve yalnız ona sesini işittirmek isteyerek yüreğini inletiyordu.
Kahvedekiler sikkelerini yere atacak, silahlarını bırakıp soyunacak ve hep birden raksa kalkacak kadar cezbelenmişlerdi. Babalar bu cezbe içinde Hacı Bektaş’ın ruhunu imrendirecek bir ayin-i cem kuruntuluyorlardı. Ağalar bu cezbe içinde bir günah gecesi düşünüyorlardı. Delikanlılar bu cezbe içinde bir aşk dakikası tasarlıyorlardı. Hüseyin, eşsiz sesiyle ve sesine yüklediği gönül ihtirasıyla herkesin СКАЧАТЬ
48
Bektaşiliğe hurufilik de derin surette karışmıştır. Aşkname, Hakikatname, Mahşername, Hidayetname gibi hurufiliğe ait kitaplarda tekâmül etmemiş vicdanları kaba bir
49
Yeniçerilerin padişahları mühimsemediklerini belirten ilk hadise olmak itibarıyla kısaca anlatalım: İkinci Selim tahta çıktığı vakit ocaklıya bahşiş vermekte tereddüt göstermişti. Babasının cenazesiyle beraber Belgrad’dan İstanbul’a gelip de şehre girince yeniçeriler saflarını sıklaştırarak, onun yürümesine engel olmuşlardı. Beyazıt Meydanı’nda vezirlerden Pertev Paşa ileri geçerek, safları yürütmek ve zemheri soğuğu altında sıkıntıdan terleyip duran padişaha yol açmak istedi. Yeniçeriler “Bre mastibacak fitne. Biz senin kölen miyiz!” diye bağırdılar ve bir harbi darbesiyle onu attan düşürdüler, biraz sonra boy gösterip “Yoldaşlar, ayıptır!” demek isteyen Kaptan Piyale Paşa’yı da “Yıkıl be züğürt gemici!” diye attan yıktılar, bir hamam külhanına sığınmak zorunda bıraktılar. Nihayet Sultan Selim, aczini anladı, yeniçerilerin dileklerini yerine getirdi. (y.n.)
50
Genç Osman, isyan başlayınca, ağa kapısına iltica etmişti. Yeniçeriler, ağayı parçalayarak, kendisini oradan aldılar, adi bir beygire bindirdiler. İlkin kışlalarına, sonra Yedikule’ye götürdüler. Sırtında sade bir entari vardı. Başı açıktı. Yolda “Canım Osman Çelebi. Meyhane basıp yeniçeri yakalamak, onları denize atmak hoş muydu?” diye kendisiyle eğleniyorlardı. Bu arada Altıncıoğlu denilen biri de “Ne yumuşak etin var!” sözüyle baldırlarını sıkmıştı. (y.n.)
51
Sadrazam Hafız Paşa’nın ve on yedi saray adamının idamını isteyerek kazan kaldıran ocaklılar, o sırada henüz pek genç olan Dördüncü Murat’ı ayak divanına çıkarmışlar ve etrafını sararak “Ya istediklerimizi verirsin yoksa iş başkalaşır!” dedikleri gibi bir aralık yumruklarını sıkarak üzerine de hücum etmişlerdi. (y.n.)