Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı- - M. Turhan Tan страница 21

Название: Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-

Автор: M. Turhan Tan

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-79-2

isbn:

СКАЧАТЬ toplamıştı, gözlerini süze süze yalvarıyordu:

      “Bir nefes oku can, bir nefes oku.”

      Babanın niyazı ocaklılar için reddolunmaz fermanlar kadar kıymetliydi. O niyaza karşı naz edilemezdi. Fakat Hüseyin, içine düştüğü muhitte yalnız Nakilci’ye değer veriyordu. Onun için Haydar Baba’nın dileğini hemen yerine getirmedi, henüz dalgın görünen ünlü yeniçerinin gözlerine gözlerini çevirerek tatlı bir bakışla fikrini sordu. Nakilci de bu nezaketten son derece mütehassis olarak diz üstü çöktü:

      “Mademki…” dedi. “Baba emrediyor. Okumalısın.”

      Malum olduğu üzere Bektaşi şiirlerine nefes denilirdi ve bunlar en çok on bir hece üzerine söylenirse de içlerinde yedi sekiz hecelileri de bulunurdu. Hele nefeslerin “ilahi” takımından olanları ekseriya kısa heceli olarak vücuda getirilirdi.

      Bektaşi edebiyatı -başka tarikatlarınkiyle divan edebiyatına bakılırsa- öz Türk edebiyatı sayılabilir. Vezni ve dili bilhassa Türk’tür. Bu haysiyetle halk arasında büyük bir kıymet almış ve nefesler, en ücra köylerde bile teneffüs olunan bedii bir hava yaratmıştı.

      Hüseyin, yaradılışındaki yüksek kabiliyet sevkiyle birçok güzel şarkılar bellediği gibi, beş on nefesi de öğrenmişti. Şarkıların hangi şair ve hangi bestekâr elinden çıktığını bilmemesine rağmen, makamlarını nasıl sesine yakıştırıyorsa ne gibi bir felsefeye istinat ettiklerini kavrayamadığı nefesleri de olgun bir Bektaşi ağzıyla terennüm edebiliyordu. Nakilci’nin dinlemeye hazırlanarak yaptığı ihtar üzerine diz çöktü, okumaya koyuldu:

      Gel benim sarı tamburum

      Sen niçin inilersin

      İçim oyuk, derdim büyük

      Seher diyu inilerim.

      Koluma taktılar eli

      Söylettiler binbir dili

      Oldum muhabbet bülbülü

      Seher diyu inilerim.

      Başıma koydular perde

      Uğrattılar türlü derde

      Kim kala, kim göçe burda

      Seher diyu inilerim.

      Gel benim sarı tamburum

      Dizler üstünde yatırım

      Gene kırıldı hatırım

      Seher diyu inilerim.

      Babalar, gene cezbeye kapılmakla beraber, garip bir uyanıklık göstermekten geri kalmıyorlardı. Nakilci de gözlerini açıp kapayarak, kaşlarını çatıp açarak bu nefese karşı bambaşka bir tahassüs belirtiyordu. Hüseyin susunca Haydar Baba -yarı somurtkan, yarı güleç bir yüzle- sordu:

      “Seher’i nereden çıkardın can? Bu nefes Ali içindir.”

      Nakilci, tereddüt ifade eden bir sesle bambaşka bir soruda bulundu:

      “Seher adlı tanıdığın mı var? O adı öterken sesinde seher yeli esiyordu, gözün sulanıyordu.”

      Toy delikanlı, tutkun kalbinin ibramı önünde kendinden geçerek nasıl bir pot kırdığını anladı ve bilmeye bilmeye sevgilisinin aziz adını yabancılara duyurduğundan dolayı ızdıraplı bir nedamete kapıldı, kızara bozara cevap verdi:

      “Bu nefesi ben böyle duydum, böyle belledim. Ne Ali için yapıldığını bilirim ne Seher’i tanırım. Bilmezlikle suç işledimse kusura kalmayın.”

      Yalana alışmayan bu temiz ağız, Seher’in adına ve aşkına kir bulaştırmamak kaygısıyla ilk günahı işliyordu, hakikati saklıyordu. Fakat beceriksizliğini hissettirmekten de uzak kalamıyordu. Nakilci, saklanmak istenilen gönül sırrını sezememekle beraber, saklanamayan ızdırabı apaçık gördü ve yere göğe karşı himaye etmeyi kararlaştırdığı delikanlıyı sıkıntıdan kurtarmak istedi.

      “Üzülme babayiğit.” dedi. “Ortada suç yok. Yalnız bir tuhaflık var. Haydar Baba, nefesteki ‘Ali’nin ‘Seher’ oluşuna şaştı. Ben de o adı yadırgamadığım için belinledim. Şimdi anladık ki, bu ad değişikliğini yapan sen değilsin. Sıkılmayı bırak da tatlı tatlı öt!..”

      Onun terennümü, kahvedekilerin teheyyücü geç vakte kadar sürdü. Baklava safası yapan yeniçeriler de lokmalarının bir kısmını güzel sese ağızlarını açarak midelerine indirmişler ve hazım saatlerini eşik önünde üst üste kümelenerek geçirmişlerdi.

      Ancak ikindiden sonra Hüseyin’e susmak hakkı verildi, nişan getiren cemaat gene çalımlı bir alay hâlinde dağıldı. Babalar, onunla çok candan vedalaşmışlardı. Hele Haydar Baba, belki on kere “lahmike lahmi, cismike cismi – etin etimdir, cismin cismimdir” diyerek kendisiyle Hüseyin’in artık zarfla mazruf, sütle şeker, çiçekle koku gibi birleşik bir duruma girdiklerini anlatmaktan kendini alamamıştı.

      Babalara büyük bir saygı gösteren Nakilci, onların bu yılışıklıklarından sinirleniyordu ve sert bir hamle yapmamak için nefsini zorlayıp duruyordu. Haydar Baba’nın delikanlıyı bağrına bastırıp da birtakım tekerlemeler savurduğunu görünce gözlerini kan bürüdü, burun delikleri hızla açılıp kapanmaya başladı. Bu vaziyette onun ters bir iş yapması âdeta tabii görünüyordu. Fakat kahve sahibi Tornacı Ömer sezişli davrandı, yavaşça arkadaşına sokuldu, fısıldadı:

      “Aklını başına devşir. Gözün kızarıyor.”

      Bu öğüt onu soğukkanlılığa çevirdi ve hoyrat adam gülümseyerek Ömer’e cevap verdi:

      “Korkma, tel kırmam. Fakat herifleri yürütmezsen kendimi tutamamaktan korkarım.”

      Bu fiskos, sikkeye karşı silahın homurdanması demekti. Silah, kendi meramına ram olan taca veya sikkeye kavuk sallar. Yahut öyle görünür. O merama saygı gösterilmediğini sezer sezmez, kudretini hissettirmekten çekinmez. En koyu taassup günlerinde ve haçın taca hâkim göründüğü bir devirde İngiltere krallarından İkinci Hanri’nin iki kardinal, üç metropolit, on sekiz piskopos, altı yüz papaz asması, asabilmesi işte bu yüzdendir. Daha doğrusu göze görünen, elle tutulan ve varlığı üzerinde hiçbir suretle münakaşa edilemeyen kuvvetlerle şekli tespit, sesi tayin, ebadı tevsik edilmeyen kudretlerin -yeryüzünde- çarpışmalarından çıkacak netice daima birincinin lehindedir. Bunu bir zamanlar Bağdat’ta yaptıklarıyla Türk Vasif, Boğa, Tizun ispat ettikleri gibi, asırlarca imparatorlara pabuçlarını öptüren papalardan birini Roma’dan kaldırıp Fransa’da hapsetmek suretiyle Birinci Napolyon da velveleli surette vesikalandırmıştır.

      Sık dokuyup ince elemeye lüzum yok. Dünya var olalıdan beri hak kavinindir, kuvvet ise -şuura istinat eden- silahtadır. Bu hakikati hayata -yerde, gökte ve denizde- kabul ettiren tabiattır.

      Demek oluyor ki, Nakilci, için için homurdanmakla tabiatın sesini veriyordu. Fakat onu sikkeye karşı harekette pervasız yapan silah meş’ur52 bir kuvvet olduğu için sinirli kabadayının hiddeti şimdilik peçeli kaldı ve bu gizli homurdanışı Tornacı Ömer’den başka sezen olmadı.

      Babalar da umumi gaflette müşterek olduklarından deve kini güden cesur bir yürekte nasıl bir buhran uyandırdıklarını fark etmeden kahveyi terk etmişlerdi. Lakin ayaklarında geri geri giden adımlar görülüyordu СКАЧАТЬ



<p>52</p>

Meş’ur: Şuurlu. Kendini bilen. (e.n.)