Название: Bir Delikanlının Hikâyesi
Автор: Гюстав Флобер
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6485-41-9
isbn:
Sonunda, kalkıp delikanlıya tanıdığı bazı kimseler, Nogent ve dersleri üstüne birtakım sorular sordu, sonra eğilip “Peki.” diyerek savdı. Frédéric başka bir koridordan çıktı, kendini avlunun alt başında, arabalıkların yanında buldu.
Yağız bir at koşulu mavi bir kupa arabası taşlığın önünde duruyordu. Arabanın kapısı açıldı, bir hanım bindi, araba boğuk bir sesle kumların üstünde gitmeye başladı.
Frédéric, öbür taraftan, tam araba çıkacağı sırada kapının altına vardı. Geçecek kadar geniş yer olmadığından beklemek zorunda kaldı. Araba kapısının penceresinden başını uzatmış olan genç kadın, kapıcıya alçak sesle bir şeyler söylüyordu. Delikanlı, kadının ancak pelerinle örtülü olan sırtını görüyordu. Bununla beraber, içi mavi kumaşla kaplı, sırmalı ve ipek saçaklı arabaya uzanıp bakmıştı. Hanımın elbiseleri arabanın içini doldurmuştu; bu kumaş kaplamalı küçük kutudan etrafa bir susam çiçeği kokusu, kadın zarifliklerinin belirsiz nefesi gibi bir şey saçılıyordu. Arabacı dizginleri bıraktı, at birden kapının kıyısına sürtünüp araba gözden kayboldu.
Frédéric, bulvarlardan yürüyerek yaya döndü.
Madam Dambreuse’ün yüzünü göremeyişine üzülmüştü.
Montmartre Caddesi’nin biraz yukarı tarafında kalabalık bir araba gürültüsü duyunca başını çevirdi; öbür tarafta, karşıdaki mermer bir plakanın üstünde JACQUES ARNOUX adını okudu.
Niye bu kadın daha önce aklına gelmemişti? Kabahat Deslauriers’deydi. Dükkâna doğru yürüdü; ama içeri girmedi, onun çıkmasını bekledi.
Parlak, kalın camlardan içerideki ustaca sıralanmış heykeller, desenler, gravürler, kataloglar, Art Industriel dergisinin bazı sayıları görülüyordu; derginin abone fiyatları kapıya da yazılmıştı, ortasını çıkaranın adının baş harfleri süslüyordu. Duvarlarda cilası pırıl pırıl parlayan tablolar, sonra dipte içleri porselen, bronz, dikkat çekici, cazip şeylerle dolu iki dolap görülüyordu. Üst başta keten bir kapı perdesiyle kapalı bir merdiven iki dolabı birbirinden ayırıyordu. Saksonya işi eski bir avize, tabana serilmiş yeşil bir halı, bu halının üstündeki kakmalı bir masa buraya dükkândan çok bir salon manzarası vermişti.
Frédéric desenleri inceler gibi yapıyordu. Gireyim mi, girmeyeyim mi, diye uzun uzun düşündükten sonra dükkândan içeri girdi.
Memurun biri perdeyi kaldırdı, bayın ancak saat beşten sonra “mağaza”da olacağını söyledi. Ama ne istediklerini söyleyecek olurlarsa…
Frédéric “Yok, hayır! Yine gelirim.” diye tatlı bir eda ile karşılık verdi.
Ondan sonraki günler kendine başını sokacak bir yer aramakla geçti; sonunda, Saint-Hyacinthe Sokağı’nda dayalı döşeli bir konağın ikinci katındaki bir odayı tutmaya karar verdi.
Koltuğunun altına büyük bir defter sıkıştırarak yeni yılın ilk derslerini dinlemeye gitti. Üç yüz genç tarafından doldurulan bir amfiteatrda kırmızı elbiseler giymiş bir ihtiyar biteviye sesiyle ders veriyor, kalemler kâğıtlar üstünde cızırdıyordu. Bu salonda sınıfların yine o tozlu kokusunu, aynı biçimdeki öğretmen kürsüsünü, aynı sıkıntıyı bulmuştu! On beş gün, bu amfiteatra gitti, geldi. Daha üçüncü maddesine gelmeden, Medeni Kanun’a boş verdi, Roma Hukuku’nu yüzüstü bıraktı.
Umduğu sevinçleri bulamamıştı; bir okuma odasında okuyup yorulunca Louvre’un koleksiyonlarını görmeye gidiyordu; bir gördüğü piyesi bir daha görmeye gittiğinden sonu gelmez bir avareliğe sürüklendi.
Binlerce yeni şey, derdine dert katıyordu. Çamaşırını düşünmek, sabahları ağzı içki kokarak ve söylenerek odasını yapmaya gelen hasta bakıcı kılıklı kaba saba kapıcının derdini çekmek gerekiyordu. Alçıdan bir saatle süslü olan dairesini hiç beğenmiyordu. Bölmeler ince olduğundan punç yapıp gülen, şarkı söyleyen öğrencilerin seslerini duyuyordu.
Yalnızlıktan bıkıp usanınca Baptiste Martinon adındaki eski bir arkadaşını aramaya çıktı, Saint-Jacques Sokağı’ndaki bir pansiyonda, taş kömürü yanan bir ocağın başında onu harıl harıl muhakeme usullerine çalışır buldu.
Karşısında oturan, alaca basmadan elbise giymiş bir kadın çorap yamıyordu.
Martinon çok yakışıklı erkek denen soydandı: İri yarı, tombul yanaklı, düzgün yüzlüydü; mavimsi gözleri vardı. Büyük bir rençper olan babası oğlunun yargıç olmasını istemişti; o da şimdiden ağırbaşlı görünmek hevesiyle çember sakal bırakmıştı.
Frédéric’in dertlerinin hiç akla yakın bir sebebi olmadığından, bunda bir bahtsızlık görmediğinden Martinon onun yaşayışı üstüne olan sızlanmalarından hiçbir şey anlamadı. Kendisi her sabah okula gider, sonra Lüksemburg Bahçesi’nde gezer, akşamları yarım fincan kahvesini içer, yıllık bin beş yüz frank harçlığı ve o işçi kızının aşkı ile tamamıyla mutlu bir ömür sürerdi.
Frédéric, Ama ne de mutlu ya! diye içinden geçirdi.
Okulda, büyük bir ailenin çocuğu olan ve hareketlerindeki zarifliği ile bir genç kızı andıran Bay de Cisy diye biriyle tanışmıştı.
Bay de Cisy desen yapar, Gotik tarzını severdi. Birçok defalar Sainte-Chapelle’le Notre-Dame’ı hayranlıkla seyretmeye gittiler. Ama genç kişizadenin, nezaketi ve zarifliği altında gizlenen cılız bir zekâsı vardı. Her gördüğü şey karşısında şaşkına dönüyor, en küçük şakaya kahkahalarla gülüyor ve öyle büyük bir saflık gösteriyordu ki Frédéric önce onu zevzeğin biri sandı, sonunda da ahmağın biri olduğunu anladı.
Demek ki kimseye kalbini açamayacaktı; onun için hep Dambreuse’lerden davet bekledi.
Yılbaşında yeni yıllarını kutlayan kartlar gönderdi, ama onlardan hiçbir kart gelmedi.
Art Industriel’e bir daha gitti.
Üçüncü gidişinde Arnoux’yu beş altı kişi ile tartışır buldu, selamına yarım yamalak karşılık verilmesi Frédéric’e pek dokundu. Yine de Madam Arnoux’yu elde etmenin çarelerini düşünmeye başladı.
Önce tablo satın almak bahanesiyle sık sık dükkâna uğramayı aklına koydu. Sonra derginin mektup kutusuna “pek zorlu” birkaç makale atmayı düşündü, böylelikle münasebet kurulmuş olacaktı. Yoksa doğrudan doğruya amaca koşup ilanıaşk etmek mi daha iyi idi? O zaman oturup lirik coşkunluklarla ve hitaplarla dolu on iki sayfalık bir mektup kaleme aldı, ama yırttı; başarısızlığa uğramaktan korkup uyuşunca hiçbir teşebbüse girişmedi, hiçbir şey yapmadı.
Arnoux’nun dükkânının üstünde, birinci katta, her akşam aydınlanan üç pencere vardı. Bu pencerelerin ardında birtakım gölgeler, en çok da bir gölge, o kadının gölgesi dolaşırdı. Frédéric bu pencerelere bakmak, bu gölgeyi seyretmek için hiç üşenmez, ta uzaklardan kalkıp gelirdi.
Bir gün Tuileries’de küçük bir kızı elinden tutmuş zenci СКАЧАТЬ