Peygamberimiz. Muhammed Ali Lâhûrî
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Peygamberimiz - Muhammed Ali Lâhûrî страница 4

Название: Peygamberimiz

Автор: Muhammed Ali Lâhûrî

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-20-4

isbn:

СКАЧАТЬ yazının pek kullanılmadığı doğrudur. Aslında yazıdan hiçbir fayda umulmuyordu çünkü Araplar şiirlerini bile yazı ile tespit etmiyorlardı. Cahiliye devrine ait olan Arap şiirleri sözlü olarak rivayet yolu ile sonrakilere intikal etmiştir. Ancak Muallakat’ın (Kâbe’ye asılanların) çoğaltılıp duvarlara asıldığı söylenmektedir. Arapların şiir sanatını inkişaf ettirdiklerine gelince; yalnız şiirin medeniyete ölçü teşkil etmeyeceğini söylemek kâfi gelir. Ne kadar iptidai olursa olsun, hemen her cemiyet şiirle alakadar olur. Bunun sebebini anlamak güç bir şey değildir. Hayatlarını mahdut esaslar üzerine kurmuş toplumların alakadar olduğu mevzular da o nispette azdır. Toplumun alakadar olduğu şeylerin çoğalması medeniyetin gelişmişliğine bir işarettir. Fakat geri bir toplumun dikkat sarf edeceği yegâne güzel sanat şiirdir. Arap şiiri, bir kültür neticesi olan geniş görüş ve yüksek fikirlerden mahrumdur. Arap şiirinin iftihar edeceği tek husus, lisan güzelliğidir.

      Arap seciyesinin birçok asil sıfatı bulunduğu şüphesizdir. Misafirperverlik, hürriyet aşkı, cesaret, mertlik, kabileye bağlılık, Arap’ın diğer kavimlere nazaran farklı olduğu, sıfatların bir kısmıdır. Fakat bu gibi meziyetler, Arap’ın batmış olduğu vahşette kaybolmuş, bir medeniyet kurulmasına yaramamıştır. Arap bir taraftan misafirine her türlü ikramı yaparken, diğer taraftan bir yolcuyu çevirip soyuyordu. Kabilesine bağlı olan Arap, bu bağlılık hissini ifrat bir dereceye vardırır ve onu sevimsiz bir hâle koyardı. Kişiler arasında meydana gelen en önemsiz münakaşalar, nesilden nesile intikal eden müthiş harplere sebebiyet verirdi. Netice olarak Arabistan için bu devir, ahlaksızlık ve dinsizlik bulutları ile kararan kötü bir devirdi. Gerçek fazilet tamamen meçhul bir şeydi. Arapların tevhit inancına yabancı olmadıkları şüphesizdi. Fakat bu çok az yaygındı. Arapların sürdürdüğü hayat şekli, dillerinin söylediğini yalanlıyordu. Araplar, Cenabıhakk’ın kâinatı idareye ait çeşitli vazifelerini, müteaddit ilahlara ve putlara yüklediğini sanarak, putperestliğe koyulmuşlardı. Putlara her türlü tazimi yerine getirirler ve tapınırlardı. Bu suretle tevhit akidesi boş bir inançtan ibaret kalıyor ve yaşanılan hayatta hiçbir mevki olmuyordu. Putlardan başka Araplar, mukadderatı tanzim edici sandıkları güneşe, aya, yıldıza ibadet ederlerdi. Araplar daha da alçalarak taş parçalarına, ağaçlara, kum tepelerine boyun eğerler, onlara tapınırlar, yollarında tesadüf edecek heybetli bir kaya parçasına bile kulluk gösterirlerdi. Bir kaya parçası bulamazlarsa üzerinde develerini sağdıkları bir kum tepesine bile tapınırlardı. Melekler, Arapların nazarında haşa Allah’ın kızları idi. Şöhret kazanan insanlar adına yontulan taşlara bile secde ederlerdi. Bazen yontulmamış taşlar dahi bu hizmeti görürdü. Bir sefere çıktıkları zaman Araplar, yanlarında dört taş taşırlar, üçü ile bir ocak çatar, dördüncüsüne de tapınırlardı. Bazı kere de bu dördüncü taşa lüzum görülmez, ocak üstünde yemek piştikten sonra, ocağı teşkil eden taşlardan biri sökülerek ona tapınırlardı. Kâbe’de üç yüz altmış kadar put bulunuyordu. Her kabilenin kendine mahsus bir putu vardı. Bundan başka her evde de bir put bulunur aile fertleri buna ibadet ederdi. Özetle, putperestlik Arapların ikinci tabiatı olmuş ve günlük hayatın her alanına nüfuz etmiştir. Arap dininin esas akidesi, hastaya şifa, çocuk edinme, kıtlık ve veba gibi belaları kaldırmak gibi görevleri başka başka ilahlara devrederek, dünyanın idaresinin onlara taksiminden ibaretti. Allah’ın yardımının ancak bu putlardan şefaat edilmekle elde edilebileceğine inanırlardı. Araplar bu putlara secde ederler, bunları tavaf ederler, bunlar adına kurban keserler, ekinlerinin bir kısmını, sürülerinin bir parçasını bunlara tahsis ederlerdi. Araplar böylesine bir putperestliğe koyulmuş iken Hz. Peygamber Efendimiz, yirmi sene gibi kısa bir zaman zarfında onların seviyesini yükseltmişti. Bu müddet zarfında putperestlik yalnız yarımadadan çıkarılmakla kalmamış kalplerdeki tevhit akidesi de bütün heybeti ile doğmuş, onları, o devrin bütün milletlerini tevhide davet için kıyam ettirmişti. On iki bin mil metrekare gibi bir sahayı işgal eden bu memleketi, asırlarca anane ile bağlı bulunduğu putperestlik felaketinden, yirmi sene gibi kısa bir zaman zarfında kurtarmak, bu millete tevhit dinini yayma şerefini kazandırmak, dünyanın gördüğü mucizelerin en kuvvetlisi değil midir? Bu inkılabı yapan şahsiyet “Fahr-ı Âlem” lakabını gerçekten almaya layık değil midir?

      Arabistan’da umumi din olan putperestlikten başka, yıldızlara ibadet de aynı derecede kökleşmişti. Beşeriyetin mukadderatı, muhtelif yıldızların hareketine bağlanmıştı. İnsanın hayır ve şerrine ait olan tabii hadiseler yıldızların nüfuzuna bağlanıyordu. Bunlardan başka Arabistan’da hiçbir dine bağlı olmayanlarla doğrudan doğruya dinsiz olanlar da mevcut idi.

      Bir taraftan putperestlik en yaygın şekliyle Arapların zihinlerine hâkim iken Arapların içinde, Allah’ın varlığını inkâr eden, ruhun ölümsüzlüğüne inanmayan, hesap gününü kabul etmeyenler de vardı. Bunların gözünde din bir maskaralıktı. Bunlar, tapındıkları putlarla da istihza ederlerdi. Arapların meşhur şairi Ümrü’l Kays’ın babası öldürüldüğü zaman, Arap âdetlerine göre putu ile istişare ederek babasının intikamını almak veya almamak hususunu ilahının hükmüne bağlı kılmıştı. Şair, birinin üzerinde evet anlamında olan “Neam”, diğerinin üzerinde hayır manasına olan “la” yazılan ve bir de üzerinde istişarenin tekrarını ifade eden üç ok almış ve bunları üç defa atmıştı. Sonuç hep menfi çıkıyordu. Bu duruma hiddetlenen şair, oku ilahının yüzüne atarak, ona hitaben: “Sefil, öldürülen kendi baban olsaydı, intikamını almaktan beni menetmezdin!” demişti.

      Arabistan’da dinsizlik ve putperestlik bu merkezde idi. Arapların sosyal hayatı da çok kötü idi. Araplar sosyal toplum olmanın esaslarından bile haberdar değillerdi. Bunların hayat tarzı, hiçbir içtimai fazileti terakki edecek bir hâlde değildi. Arapları meşgul eden en önemli olay, kendi aralarındaki kabile mücadeleleri idi. Her an diğer bir kabilenin düşmanca saldırısına maruz kalabilirlerdi. Araplar sürüleri ile genellikle göçebe bir hayat sürüyorlardı. Nerede su ve sürülerini otlatacak güzel bir yer görürlerse çadırlarını oraya kurarlardı. Arapların çok az kısmı köylerde, daha da az diyebileceğimiz bir kısmı da şehirlerde yaşarlardı. Bu şartlar altında Arapların muntazam bir medeniyet kurmalarına hiç ihtimal verilebilir mi? Arabistan’da kanunu tatbik ve asayişi temin edecek bir hükûmet merkezi yoktu. Sanki bütün memleket, sayısız hükûmetlere bölünmüştü. Her kabile, müstakil bir siyasi birlik teşkil ediyordu. Şurada burada mevcut olan hükûmetler de adalet tevzi edemeyecek derecede zayıftı. Birinin hakkını diğerinden almak için insanın dayandığı yegâne kuvvet bilek gücü idi. Her kabilenin haklarını korumak için o kabileyi harbe sevk edecek bir başkanı vardı. Fakat ne fertleri kabileye ne de kabileyi millete bağlayacak bir kanun ve şeriat yoktu. Herkes müstakildi. Yani merkezî bir bağlılık yoktu. W. Muir’ın da kabul ettiği gibi, bunları birleştiren ancak Müslümanlık olmuştur. İngiliz tarihçi diyor ki: “Nazarı dikkatimizi çeken en mühim nokta, Arapların sayısız heyetlere ayrılmaları; genellikle aynı dil ile konuşmaları, aynı âdetleri taşımaları, aynı haysiyet ve ahlaka tabi olmaları fakat hepsinin birbirinden başka ve birbiri ile daima harpte bulunmaları; kan veya menfaat bağları ile bağlı oldukları hâlde önemsiz bir meseleden dolayı en şiddetli düşmanlıklara girişmeleridir.” İslam’ın zuhuru zamanlarında Arabistan’ın gösterdiği manzara, herhangi bir birleşme teşebbüsünü akamete uğratacak derecede bir ihtilaf manzarası idi. Bu kabilelerin nasıl birleşebileceği, hangi kuvvetle toplanabileceği, müşterek bir merkeze nasıl bağlanabileceği meselesi, henüz halledilmemiş bir konu idi. Bütün bu sorunları Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.) çözdü. Kur’an-ı Kerim’in şu ayetinde Arapların bu durumuna işaret vardır:

      Toptan Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allah’ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalplerinizin arasını uzlaştırdı СКАЧАТЬ