Peygamberimiz. Muhammed Ali Lâhûrî
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Peygamberimiz - Muhammed Ali Lâhûrî страница 3

Название: Peygamberimiz

Автор: Muhammed Ali Lâhûrî

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-20-4

isbn:

СКАЧАТЬ sonuncusu, Peygamberimiz Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) doğduğu yerdir. Mekke’nin tarihi olarak taşıdığı şeref, orada bulunan Beytullah sayesindedir. Kur’an-ı Kerim ayrıca Kâbe’nin Hz. İbrahim’den (a.s.) önce var olduğunu bize bildirmektedir.14

      Hz. İbrahim (a.s.), oğlu İsmail’i (a.s.) oraya bıraktığı zaman Allah’a şöyle yalvarmıştı: “Ya Rabbi! zürriyetimden bir kısmını bu çıplak vadide, senin evinin yanında iskân ettim.”15 Bu da gösteriyor ki Kâbe o tarihlerde mevcuttu.

      Medine-i Münevvere’nin asıl ismi Yesrib’dir. Hz. Peygamber’in Yesrib’i ikametgâh olarak seçmesinden sonra buraya, “Peygamber’in Şehri” anlamına gelen “Medinetü’n-Nebî” denilmeye başlanmıştır. Medine de çok eski bir şehirdir. Bazı tarihi deliller de Medine’nin Mekke gibi, Milattan 26 asır önce kurulduğunu göstermektedir. Burada daha önce Amalika Kavmi yaşamaktaydı. Onlardan sonra Yahudiler, Evs ve Hazrec kabileleri gelmişlerdir. Peygamber Efendimiz, Medine’ye hicret ettiklerinde Medine halkı bunlardan oluşmaktaydı.

      Evs ve Hazrec kabileleri ensar adını alarak şereflenmişlerdir. Hz. Peygamber risaletin on üçüncü senesinde Mekke’den Medine’ye hicret etmiş, geri kalan zamanını burada geçirmiş ve vefat etmiştir. Medine, Mekke’nin kuzeyinde ve Mekke’ye 270 mil uzaklıktadır. Mekke’ye oranla daha ağaçlık ve ormanlıktır. Medine’de ziraat yapılırdı. Toprağı bereketli, suyu ise boldu. Meyve ağaçları çoktu. Kış ayları Mekke’den daha serin olur.

      Ad, Semud, Tasm ve Cedis, Arabistan’ın en eski kabileleridir. Ad ile Semud’dan ilahi kitapta bahsedilmektedir. Bu eski kabilelere “Arab-ı Baide” adı verilir. Nuh Kavmi’nin helak olmasından sonra bunlar tarih sahnesine çıkarak yükselmişler, Arabistan’ı aşarak Mısır’a kadar geçmişlerdir. Ad Kavmi yeryüzünden kaldırılınca, yerine yine aynı boydan olan Semud Kavmi yükselmiştir.

      Bunları müteakip asıl vatanları Yemen olan Kahtaniler tarih sahnesine çıktı. Medine’de oturan Evs ve Hazrec kabileleri bunlardandır. Bunlara da “Arab-ı Aribe” denilir.

      Daha sonra “Arab-ı Müstarebe” adıyla bilinen Hz. İsmail’in (a.s.) zürriyeti gelir. Babasının aldığı emr-i ilahiye bağlı olarak Hz. İsmail ve annesi Hacer ile Kâbe’nin civarında bırakılmıştı. Bunlar bırakılırken Hz. İbrahim’in, hanımı Sare’nin etkisinde kaldığı söylense de bu söylentiler yanlıştır. Hz. Peygamber’in bir hadisinde Hz. İbrahim’in ilahi emir ile bunları bıraktığı belirtilmektedir. Kur’an-ı Kerim’in beyanatı da aynı doğrultudadır. Çünkü bu olayı takiben Hz. İbrahim ile oğlu İsmail’in (a.s.) yıkılmış olan Kâbe’yi yeniden yaptıkları görülür. Bunu tamamladıktan sonra Hz. İbrahim ve İsmail, Allah’a duada bulunmuşlardır. “Ya Rabbi bunlara aralarından bir peygamber gönder.”16 demişlerdir ki bu dua Peygamberimiz’in gelişi ile hakikat bulmuştur.

      Hz. İsmail’in (a.s.) zürriyeti çoğalarak birkaç kabile meydana gelmiştir. Bu kabilelerden birisi Kureyş ki Nadir’in evlatlarıdır. Kureyş’te daha sonraları birçok aileye taksim olmuştur. Hz. Peygamber bu kabilelerden Haşimoğulları ailesinden gelmiştir.

      İKİNCİ BÖLÜM

      CAHİLİYE DEVRİ

      İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıkar; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır. 17

      Bi’setten önce geçen zamana “Cahiliye Devri” diyen Kur’an-ı Kerim, yukarıda aldığımız ayet-i kerime ile açıklanması ciltler tutacak bir vaziyeti özetlemektedir. Ayet-i kerimenin tasvir ettiği manzara, Arap müşrikleri ile Yahudilerin ve Hristiyanların kötü durumlarını göz önüne çıkarmaktadır.

      Belki de bu ayet-i kerime dünyanın her tarafında, bu bozukluğun ve ahlak düşüklüğünün hükümran olduğunu ifade etmektedir. Böyle olmakla beraber, Bi’seti nebeviyye’ye tesadüf eden devrin bu hâlde olması, dünyanın hiçbir zaman daha iyi bir devir geçirmediğini göstermez. Ancak zaman zaman gönderilen peygamberlerle meydana gelen medeniyetler ve kavimlerin ahlaki durumlarında meydana gelen değişmeler hangi mahiyette olursa olsun, Bi’set-i nebeviyye öncesinde ahlak ve medeniyetten eser kalmamıştı. Bu sırada dünya milletlerinin tamamı gerçek medeniyet sahasından çok uzaklaşmışlardı. Ayet-i kerime umumi bir Peygamber’in dilinden dünyanın bu durumunu ifade ediyordu.

      Dünya’nın hâl ve hadiselerini kayıt eden ve herkese bildiren bir neşriyat ve matbuatda yoktu. Fakat dünyanın o zamanki durumu tetkik edildiği takdirde, Resul-i Ekrem’in (s.a.v.) ve Kur’an’ın tasvir ettiği vaziyet, tarih sahifelerinde bir gerçek olarak tecelli eder. Bu sırada, Avrupa’nın güneydoğusunda muazzam bir Hristiyan devleti olarak ayakta duran Roma İmparatorluğu kelimenin tam anlamı ile barbardı. Asya kıtası, dünyanın diğer kıtaları içinde medeniyet beşiği olarak yerini almıştı. Din ve hikmet beşiği de olan bu kıtanın muhtelif memleketleri tetkik edildiği takdirde, bunların da ahlak fesadına düçar oldukları görülür. Doğunun eski irfan merkezi Hindistan çok kötü bir hâldeydi. Rezil, vahşice hareketler ve şer kuvvetler halka o kadar hâkim olmuştu ki fazilet sahibi insanlar bile çirkin lekelerden zor kaçarlardı. Çin ve İran da aynı durumda idiler. Muhtemelen bunun sebebi; yeryüzünde faziletkâr ve mübarek kişilerin eksikliği veya etkisizliğidir. Kurulan medeniyetler köhneleşmiş, yenileşme hareketlerinden eser kalmamış, her şey hurdaya dönmüştü. Kur’an-ı Kerim’de: “Zaman çok uzadı da insanların yürekleri katılmıştı.”18

      Zaman bakımından Peygamberimiz’e en yakın olan peygamber Hz. İsa’dır. İnsan şüphesiz İsa Peygamber’in dininden hiç olmazsa bir miktar ahlak parçasının kaldığını görmeyi ümit eder. Ancak yedinci asırda İsevilik ne hâldeydi? Bunu anlamak için Hristiyan yazarların vermiş olduğu bilgilere müracaat etmek gerekirse bu devri tasvir eden bir piskopos, ilahi emirlerin yerle bir olduğunu, insanlık hasletlerinin kalmayışından dolayı yeryüzünde gerçek bir cehennem kurulduğunu belirtmektedir. Sir William Muir da hemen hemen aynı görüştedir. “Yedinci yüzyılın Hristiyanlığı soysuzlaşmıştı. İhtilaflar ve ayrışmalar Hristiyanlığı çok kötü durumlara düşürmüştü. Eski zamanların saf ve geniş akaidini sonsuz hurafeler kaplamıştı.”

      İşte Hristiyanlığın genel durumu bu şekildeydi. Tevhit inancı çoktan unutulmuş, teslis19 (üçleme) yani bir’in üç olması, üç’ün bir olması belirsizliğini halletmek için birbirleri ile dövüşmeye koyulmuşlardı. Çeşitli ayrılıklar ve mezhepler ortaya çıkmıştı. Bunun için sayısız mücadele eserleri yazılmış, bunlar da insanları, dinin gerçek hedefinden tam manası ile uzaklaştırmıştı.

      Gibbon,20 Hristiyanların taassubu yüzünden yakılan İskenderiye Kütüphanesi’nden bahsederken şu düşüncelerini açıklıyor: “Aryus’un21 taraftarları Monofistlerin22 arasındaki tartışmalara dair yazılan yığın yığın kitaplar da İskenderiye hamamlarının külhanlarında yakıldı. Bir filozof ise bu hareketin insanlığa bir hizmet olduğunu belirtmektedir.” Hristiyanlığın hâkim olduğu yerlerde, içki, kumar ve fuhuş son derece yaygındı. Dozi, İmam СКАЧАТЬ



<p>14</p>

Müellif, Bakara Suresi’nin 125. ayetine işaret etmektedir: Kâbe’yi, insanlar için toplanma ve güven yeri kılmıştık. İbrahim’in makamını namaz yeri edinin, dedik. Evimi ziyaret edenler, kendini ibadete verenler, rüku ve secde edenler için temiz tutun diye İbrahim ve İsmail’e ahd verdik. [Bakara, 2/125] Cenabıhakk’ın Hz. İbrahim ve İsmail’e Kâbe’yi temizlemelerini emretmesi, diğer bir surede Kâbe’nin “Birinci Beyt” başka bir yerde “Beyt-i atik” ismiyle adlandırılması; Kâbe’nin çok eski bir tarihi olduğunun ve Hz. İbrahim’den önce de var olduğunun ispatıdır. Muir vb. müverrihler Hz. İbrahim’in Kâbe’yi ziyaret etmediğini iddia ederler. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim, Hz. İbrahim ve İsmail’in Beytullah’ı putlardan temizlediklerini ve onun temellerini kaldırdıklarını ifade eder. Demek ki; Hz. İbrahim ve İsmail (a.s.), Kâbe’nin binasını yenilemişlerdir.

<p>15</p>

Rabb’imiz! Ben çocuklarımdan kimini, namaz kılabilmeleri için senin kutsal evinin yanında, ziraata elverişsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabb’imiz! İnsanların gönüllerini onlara meylettir, şükretmeleri için onları ürünlerle rızıklandır. [İbrahim, 14/37]

<p>16</p>

Rabb’imiz! İçlerinden onlara senin ayetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve Hâkim olan ancak sensin. [Bakara, 2/129]

<p>17</p>

(Rum, 30/41) Hz. Peygamber’in risaletinden önce bütün dünyayı bir fesadın kapladığı bir hakikattir. Bütün ufukları, insanların zihinlerini ve vicdanlarını karanlık kaplamıştı. Hz. Musa’nın dinî, Hint dinî, Budizm, Zerdüştlük, Konfüçyüs mezhebi çoktan beri kendi salikleri (bağlı olanlar) üzerinde etki etmez olmuştu. Bu dinlerdeki insanlar, fazilet sahibi olmak yerine her türlü rezilliği kabullenir olmuşlardı. Dinlerin nispeten en yenisi olan Hristiyanlık hatalar içinde yüzüyordu. Yedinci asır Hristiyanlığının bozuk bir Hristiyanlık olduğu William Muir tarafından itiraf edilmiştir. Fakat İslam nuru tüm dünyaya, fazilet, medeniyet ve huzur getirmiştir. O zamanlar dünyanın karanlık içinde yüzen ve en geri kalmış kıtası Avrupa idi. İslam nurunun İspanya’da yayılmasını takiben Avrupa’da Rönesans ismiyle başlayan ve reformlarla devam eden yenileşme hareketleri ile Avrupa bu karanlık ortamından kurtulmuştur. Ayet-i kerime bu durumu çok güzel özetlemektedir. Bu konuda geniş bilgi almak isteyenler “Ruhu’l-İslam” ismiyle tercüme etmiş olduğumuz 56 sayfadan oluşan mukaddimesini okumaları faydalı olur.

<p>18</p>

İnananların gönüllerinin Allah’ı anması ve ondan inen gerçeğe içten bağlanması zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar; onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı; çoğu, yoldan çıkmış kimselerdir. [Hadid, 57/16]

<p>19</p>

Teslis: Üçleme; bu iddia, Hz. İsa’nın ölümünden bir asır sonra Hristiyanlar tarafından uydurulmuştur. Bu iddiaya göre uluhiyet üç şahısta tecelli etmektedir ki bunlar; bir kısmına göre; Baba (Allah), Oğul (Hz. İsa), Ruhul Kudüs (Cebrail), bir kısmına göre de; Baba, Ana (Hz. Meryem) ve Oğul’dur. Bu ise birçok karışıklıklara sebebiyet vermişti.

<p>20</p>

1737-1794 yılları arasında yaşamış olan İngiliz tarihçisidir. “Roma İmparatorluğu’nun Gerilemesi ve Yıkılışı” adlı eserin sahibidir.

<p>21</p>

Aryus hakkında tarihi bilgi çok az olmakla beraber, miladi üçüncü asırda İskenderiye Kilisesi’nin ruhani kişilerinden olduğu şüphesizdir. Aryus, Antakyalı Lucian’dan ilim tahsis etmiş, onun fikirlerini kendi bakış açısına göre tefsir etmiştir ve yeni bir mezhep oluşturmuştu. Lucian, Kelimetüllah’ın Hz. İsa’da tecelli ettiği fikrindeydi. O, âlemin meydana getirilmesinden önce yaratılmış, daha sonra yeryüzüne gönderilmiş ve beşer bir cisim ile kaplanmıştı. Aryus bu fikre istinaden bir tevhit akidesi meydana getirmek istemiştir. İsa’nın mahlukatın üstünde olduğunu söylemekle birlikte onun da bir mahluk olduğunu ifade etmiştir. İskenderiye Kilisesi’nde “Allah kadimdir bu yüzden İsa da kadimdir.” Vaazını dinlediği zaman Aryus, bunları kâfir kabul etmişti. Hâlbuki Aryus da İsa’ya yarı Tanrı sıfatı vermiştir. Aryus’un bu hareketi kısa sürede pek çok taraftar kazanmıştı. İmparator Kostantin bu durumdan haberdar oldu. Kilise ahalisi kendi aralarında müzakereler yaparak halkı bu tür hareketlerden uzak tutmanın yolunu aradı ve belli tavsiyelerde bulundu. Kostantin bu sözleri kale almamasına rağmen imparatorluğunun yıkılmasından korkarak 325 yılında İznik’te dinî meclisi toplamıştı. Bu meclis Aryus’un aleyhinde hüküm vererek İsa’nın Allah ile aynı makamda olduğunu kabul etmiştir. Aryus’un İsa’nın mahluk olma fikri mahkûm edilmişti. Aryus ve taraftarları bu fikri kabul etmediğinden cezalandırıldılar. [Mütercim]

<p>22</p>

Monofistler: İsa’nın yalnız bir mahiyet-i mürekkebeye haiz olduğunu söyleyenlere verilen isimdir. Bunların bir kısmı İsa’nın sahip olduğu ilahi fıtratın ve beşeri fıtratın ayırt edilemeyeceğini savunmaktadır. Diğer bir kısmı da İsa’daki fıtratı ilahiyenin fıtratı beşeriye üstün geldiğini savunur. [Mütercim]