Renée yavaşça granit oturtmalığa yaslandı. Yeşil saten elbisesinin içinde yüzü ve gerdanı kızarmış, elmaslarının berrak damlaları ile ıslanmış, kırmızı ve yeşiller içinde; tıpkı havzada sıcaktan baygın düşen nilüfer çiçeğine benziyordu. Bu içe dönüş anında akşam yemeğinin buyurgan ve muzaffer sarhoşluğu, seradan yükselen alevlerin ısısı ile katlanarak başını döndürmüş; öncesinde aldığı tüm iyi kararlar hiçliğe karışmıştı. Monceau Parkı’na düşen gölgelerin, gecenin yatıştırıcı serinliğinde huzuru öğütleyen homurtularını artık duyumsayamıyordu. Usanmış bir kadının gazabı uyanmıştı. Tepesinde duran siyah mermerden sfenks heykeli; bunca zamandır yolculuklarının sarsıntılarında, gecelerin zifirî karanlığında, aydınlığın çiğliğinde, bu ateş bahçesinin ortasında Louise ve Maxime’in el ele gülüşüp oynaşmalarında arzuladığı “başka bir şey”in nihayet adını koyarak ölü kalbini dirilttiğini yüzünden okur gibi bıyık altından sırıtıyordu.
O sırada Aristide Saccard’ın, Sör Mignon ve Charrier’e eşlik ettiği bitişikteki çardaktan sesler yükselerek:
‘‘Hayır gerçekten, Mösyö Saccard. Bunu sizden metre başına iki yüz franktan fazlaya geri alamayız.’’
Saccard tiz sesi ile haykırarak:
‘‘Ancak daha önce iki yüz elli frank değer biçmiştiniz.’’ dedi.
‘‘Peki, peki! Bakın, iki yüz yirmi beş frank koyacağız.’’
Sesler devam ediyor, ağaç yapraklarının altında tuhaf bir biçimde yankılanıyordu. Gece boyu içtiği şarapların ardından, beylerin sesi bir kuru gürültüden öteye geçmiyor; kadehindeki keskin şarabın son yudumlarında saklı sersemlik çağrısında bilinmeyenin hazzı ile suç heyecanına kapılıyordu. Renée, artık yorgun değildi. Arkasında, çalıların kısmen sakladığı lanetli bir ağaç olan Tangena; geniş, şimşir yaprakları ile uzanıyor ve beyazımsı gövdesinin en küçük damarlarında zehir damıtıyordu. Ve bir anda Renée, küçük salondan yayılan gün batımı sarısı ışığın yansımasında birlikte oturan Louise ve Maxime’in en içten gülüşlerinde aklını yitirerek kurumuş dudaklarını araladı, Tangena’nın bir dalına doğru uzanarak acı yapraklarından birine dişlerini geçirdi.
II
Aristide Rougon, savaş meydanlarının kokusunu uzaklardan alabilen bir yırtıcı kuş duyusu ile aralıktan sonraki gün Paris’e indi. Fransa’nın güneyindeki bir alt vilayet olan Plassans’tan henüz dönmüş, oradaki ayaklanmada babasının krizi fırsata çevirerek uzun zamandır beklediği vergi tahsildarı ataması işini halletmişti. Genç yaşında, bir çıkarı olmadan budala gibi hayatını tehlikeye attığı savaştan sağ salim kurtulduğu için kendisini şanslı sayıyor olmalıydı. Yanlış yola saptığı için deliye dönmüş; taşralara lanet okuyarak Paris’ten maymun iştahlılıkla ve ince dudaklarının arasında iğneli gülümsemesi ile korkunç bir anlam kazanan, ‘‘Artık bu kadar aptal olmayacağım.’’ sözlerini sayıklayarak bahsediyordu.
On sekizine yeni basmıştı. Saint-Jacques Sokağı’ndaki ufak dairesine bir eşya gibi yerleştirdiği sarışın, soluk tenli karısı Angèle’i de yanında getirmiş ancak dört gözle ondan kurtulmayı bekliyordu. Genç kadın; babasının, ailesinin yanına bırakmaya dünden razı olduğu dört yaşındaki küçük kızları Clotilde’den ayrılmak istemiyordu. Genç adam karısının isteğine ancak Plassans Kolejinde okuyan on bir yaşındaki arsız oğulları Maxime’i, onu büyüteceğine söz veren babaannelerine bırakmak koşulu ile boyun eğmişti. Aristide özgür olmak istiyordu; bir eş ve bir çocuk şimdiden ona yapmak istediklerini gerçekleştireceği vakit ilerlemesi gereken yolda belini bükecek, köstekten başka bir şey olmayacak ağır yükler gibi geliyordu.
Paris’e döndükleri akşam Angèle sandıkları açarken Aristide, ayağındaki taşralı ayakkabıları; milyonlarca kaynak çıkarmayı umduğu yanan kaldırım taşlarında parçalayana dek tüm şehri koşmak gibi acı bir istek duydu. Paris’e gerçekten hükmediyormuş hissi ile uzun kaldırımlar boyu amaçsızca yürüdü. Katıldığı savaş ile ilgili çok net bir görüşü vardı ve bu konuda kendisini ortak servetten payını kurnazca, gerekirse şiddete başvurarak alacak olan becerikli bir hırsız ile kıyaslamayı şimdiye kadar zalimce reddettiyse de artık bundan çekinmiyordu. Bir mazerete ihtiyaç duyduğunda on yıl boyunca bastırdığı arzularını, sefillik içindeki taşralı yaşamını, özellikle de yalnızca toplumu sorumlu tuttuğu hatalarını ileri sürerdi. O anda nihayet ellerini yeşil çuhanın üzerinde gezdiren kumarbazın heyecanı ile dolup taşarak açgözlülüğünü biraz olsun tatmin edeceği, zenginlerin yasal hırsızlığının salt zevkini hissetti. Paris’in havası onu sarhoş ediyordu. Araçların gürültülerinden yükselen Macbeth tonunda bir sesin, ‘‘Zengin olacaksın!’’ diye bağırdığını işitiyordu. Yaklaşık iki saat boyunca sokak sokak gezerek kusurlarına dilediğince hükmeden bir adam gibi davrandı. Öğrenci olarak geçirdiği bir yıldan beridir Paris’te bulunmamıştı. Gece çöküyordu; kafelerden ve dükkânlardan kaldırımlara saçılan parlak ışıklarda hayalleri giderek büyüyordu. Artık nerede olduğunu bilmiyordu.
Kafasını kaldırdığında Fauborg Saint-Honoré’nin ortasında olduğunu gördü. Kardeşlerinden biri olan Eugène Rougon, bir yandaki Penthièvre Sokağı’nda yaşıyordu. Paris’e gelirken hiç kuşkusuz darbenin ana katılımcılarından; şimdilerde son derece etkili bir şahsiyet, ileride önemli bir politikacı olacağına inandığı kardeşini de hesaba katmıştı. Ancak bir kumarbazın sahip olduğu batıl inanç ile o akşam kardeşinin kapısını çalmak istemediğine karar vermişti. Ağır adımlar ile Saint-Jacques Sokağı’na döndü; donuk bir kıskançlık ile Eugène’i düşünüyor, hâlâ yolun pisliği ile kaplı kıyafetlerine bakarak zenginlik rüyasında kendisini teselli etmeye çalışıyordu. Bu rüya, tümüyle bir acıya dönüşmüştü. Büyük adam olma hayali ile gezindiği Paris sokaklarından, dükkânların koşuşturmacası içinde kapıldığı rüyadan uyandıktan sonra şehirde gezinen mutluluktan büyük bir tiksinti duyarak eve dönmüş; onu ite kaka aralarında istemeyen bu mutlu kalabalığa büyük bir zevk ile meydan okuyacağı acımasız savaşının korkunç bir hırs ile hayalini kurmuştu. Başarıya ve zevke duyduğu ihtiyaç, hiç olmadığı kadar keskindi.
Ertesi sabah gün ağarırken kardeşi ile birlikteydi. Kardeşini rüya şehrinde lüks içinde bulmayı umarken Eugène; СКАЧАТЬ