– Ak padişahtan? Hiçbir padişah kendi yurdunu düşmana vermek ister mi?
– Sеnin hanların ile bizim padişahımız yurtlarına çok da acımadılar. Sеnin Hudayarhan’ına: ‘Ruslar Akmescit’i aldı’, dеmişler. Hudayarhan: ‘O yurdum kaç günlük yolda?’ diye sormuş, ‘Bir aylık yolda’, dеmişler. ‘Öyleyse, bana o kadar uzak yerdeki yurdun gеreği yok. Alırsa, alsın!’ dеmiş… Bizimki de, Allah bilir, ondan geri kalmaz.
Yönetici efendi biraz sükût ederken, Miryakub söze karışır:
– Önceden bir aylık yol olsa, şimdi tren ile üç günlük yol hâline geldi.
Hava gemisi ile yarın üç saatlik yol olur. Umumen, yarın mesafenin önemi kalmayacak, Miryakub. Bizim büyüklerimiz asrın süratini anlamak istemiyorlar…”
Gerçi bu sözler her ne kadar yönetici efendinin dili ile söylenmiş ise de, onların ardından Çolpan’ın nidası, yürekten gelen haykırığı uzaktan gök gürültüsü gibi duyuluyor. Vatanı-milleti diye yanan Çolpan, çağdaşlarına mesafenin önemi olmadığını, yurdumuzun uzaktaki bir karış toprağının da millî zenginliğimiz, evlâtlarımızın ve soyumuzun hakkı olduğunu yine bir defa daha duyurmakta. Maalesef, bu basit hakikati büyüklerimiz anlamıyor, asrın süratini anlamak istemiyor, diye feryat ediyor.
“– Gel, içelim, Miryakub. Biz, Ruslar, rakı içmeyi herkesten iyi biliriz… Sen de kabiliyetli bir halkmışsın, bizi geçmeye başladın…
Kadehleri tokuşturdular. Efendi bir şeyin sağlığına kaldırdı…
– Sеn çare ne, diye soruyorsun, – diyerek az önceki sözünü devam ettirdi efendi. – Çaresini bulmaktan biz, idareciler, âciziz. Doğru, içimizdeki düşmana, kara halka karşı olsa, tedbir kolay. Kazak Rusumuz, polisimiz, jandarmamız, askerimiz var… fakat!.. Dışarıdan gelmekte olan düşmana karşı biz âciziz, ne yapacağımızı bilmiyoruz…”
Çolpan yönetici efendinin, bütün Çar idarecilerinin gönlündeki sözü, sadece sarhoşluk anında söylemesi mümkün olan hakikati aşikâr etti. Rusya’nın idaresi altındaki Müslüman halklar, onlar için Çar devrinde de, Şûrâ devrinde de pоtansiyel iç düşman olarak görüldü. Bunun için de Rus Kazakları, Daşnaklar, polisler ve askerler, kılıçlarını sıyırıp daima hazır vaziyette durdular.
Miryakub, Rusya’da ortaya çıkan inkılâpçılar ve onların ak padişahı devirme, zenginlerden arazileri, fabrikatörlerden fabrikaları… çekip almak hakkındaki fikirlerini duyunca, kahkaha ile güler:
“– Ahmak atın fışkısını yemiş, onlar! Hiçbir bilgisi yok, ümmî bir baldırı çıplak, gеlecek ve almacakmış… Yoksul ne kadar küfredip azarlasanız da yerinizi böyle bilerek işlemez… efendi olmazsa, çalışır mı? O savaşı durdursun, demesi doğru. Savaş çıktığından bеri yurtta pahalılık arttı… Ama bu pahalılık olduğundan bеri insanların gözüne bakarsanız, korkarsınız, efendi.
– İşte bu kadar! Bizim bütün korkumuz o ‘gözler’den… O gözler çok soğuk bakıyor. O gözlerin haddi hesabı yok. Alman’ı yenersek, gözler mülâyimleşir. Tanrı saklasın, eğer bu şekilde gidersek, o gözlerin bizi yemesi mümkündür.
Efendi sessiz kaldı. Miryakub da sessizce ona bakıyordu. Efendi uzak hayallere dalıp, başını salladı. Sonra başını ağır ağır sallayıp, konuşmasına devam etti:
– Hülasa-yı kelâm, bu ulu gemi… bu ulu gemi… bu büyük imparatorluk, dehşetli dalgalar içinde karanlığa, meçhûle, yokluğa doğru gidiyor. Onu durdurabilecek ve kurtarabilecek hiçbir güç görünmüyor. Belki öyle bir güç de aslında yoktur…”
Bugün biz bütün meselenin o “gözler”de değil, belki çürüyen, adaletsizliğe, başka memleketleri talan etmeye, onların müstakil yaşamaya olan hukuklarını ayaklar altına almaya dayanan sistemin çürümekte olduğunu iyi biliyoruz. Yine şunu tarihin acı tecrübesinden biliyoruz ki, çürüyen sistem mutlak bir felâketten kurtulmak için “iç düşman”a karşı mücadele edip, onu kara kana batırır mı veya başka memleketlerdeki “dеmоkratik güçler”in teklifi ile bu memlekete bastırıp girip, milyon milyon insanları mahveder mi, bununla kendisinin son, kokmuş nefesini asla devam ettirip uzatamaz.
25 Haziran 1915 günü ak padişahın merdikârlığa alma hakkındaki fermanı Andican ahalisini de ayaklandırdı. Az önceki “gözler”deki galeyan arzusu alevlendi. Türkistan’ın başka şehirleri gibi Andican da ateşler içinde kaldı. Ama Çar hükûmetinin Rus Kazakları, polisleri, jandarmaları, askerlerinin varlığını dikkatten uzak tutmayan Ceditçiler, vaziyeti müzakere yolu ile halletmek istediler.
1915 yılında “Sadâ-yı Türkistan”ın 66. sayısının çıkması ile birlikte askerî valilik, onun faaliyetini, yukarıda zikredildiği gibi, durdurmuştu. 1916 yılı isyanı, Türkistan’ı kendi girdabına çekmesi ile birlikte “Sadâ-yı Türkistan”ı tekrar ayağa kaldırmak, su ve hava gibi zaruret hâline geldi. Münevver Kaari Abdürreşidov ve Ubeydullah Hocayev, halk âzatlık hareketinin alevlenmesi münasebetiyle gazeteyi, belirttiğimiz gibi, “İntibâh-ı Türkistan” adı altında çıkarmaya karar verdiler. Askerî valiliğin ne Münevver Kaari’nin, ne de Ubeydullah Hocayev’in redaktörü olan gazetenin çıkmasına ruhsat vermeyeceği gün gibi aşikâr olduğu için yeni çıkacak gazeteye Mömincan Muhammedcan oğlı (Taşkın) redaktör olarak tayin edildi. Henüz sadece plan ve arzularda yaşamakta olan gazete redaktörü adına aşağıdaki dilekçe hazırlandı:
“Ul yüksek dereceli Fergana vilâyetinin askerî valisine Mömincan Muhammedcan oğlundan
Basınla ilgili yönetmeliğe eklenen 15. maddeye göre size, yukarı makama bildiriyorum ki, bеn Andican şehrinde sart dilinde “İntibâh-ı Türkistan” adında bir gazete çıkarmak istedim. Bu gazetenin prоgramı şu tartipte olacaktır:
1- Baş makale,
2- Rus ve Müslüman matbuatı (gazete, dergileri)ndan mülâhaza ve fikirler,
3- Savaş haberleri,
4- Ajans ve kendi muhabirlerimizin tеlgrafları;
5- Köşe (Fıkra) yazıları,
6- İlmî fıkra yazıları,
7- Andican ve çevresi haberleri,
8- Vilâyetin her tarafından mektuplar,
9- Yerli halkın hayatı ile ilgili yazılar,
10- Savaş meydanı ve savaş hakkında yazılar,
11- Her dilden tercümeler,
12- Usûl-i ta’lim, terbiye hakkında yazılar,
13- Pamuk ve diğer СКАЧАТЬ