Kara Özek. Nurcan Kuantayulı
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kara Özek - Nurcan Kuantayulı страница 7

Название: Kara Özek

Автор: Nurcan Kuantayulı

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6853-05-8

isbn:

СКАЧАТЬ kaşla göz arasında oturtulduğu, demir kapıların gürültüyle kapatılarak cezaevine girdiği o gün dün gibi hatırındaydı. Güvendiği dostları ifadelerinde “Meydana gitmedik, Haknazar’ı da görmedik” demişlerdi.

      Göçebe hapishane oldu mu? Her şey yerleşik yurttan gelmiş ya. Geçici hapis, hapishane ve zindan.

      Asırlarca yaşanan hapis ve sürgünün çeşit be çeşidi görüldükçe hep hatırlanan ve daima söylenen şu atasözü nasıl da gerçekti: “Hapis ile dilencilik sana sorarak gelmez.”

      Yine bu atasözü kaynar kazanda derin acı ve yoğun ıstıraplarla kaynatılan hayatlardan alınmış bir hakikatti ve imparatorluğun hegemonyası altında ezilen halk da artık zindanın nasıl olduğunu çok iyi biliyordu.

      İli nehri Alatau’ın ortasında bulunan Nayzakara ve Demirşın’ın gölgeli tarafında olan Köktöbe’nin eteğindeki topraklara 1854’den itibaren Vernıy kalesi inşa edilmeye başlamış, sonradan buraya bugünkü Almatı hapishanesinin temeli atılmıştı. Tarihi sabıkası olan Bastille, Matrosskaya Tişina Butyrka, Taganka, Lefortovo gibi meşhur hapishaneler gibi olmasa da bir asırdan fazla geçmişi olan Almatı hapishanesinde yaşananlar hiç de az değildi.

      Burada yer altı siyasi mahkûmları XX asırdaki XVI asrın, 1929’un, 1937’nin, 1951’in siyasi mahkûmlarının dört gözle sürgünü beklemişlerdir.

      Hayatında ilk defa girdiği koğuşta ne yapacağını şaşırmıştı. İki gece gözaltında tutulduktan sonra bu yerde nereden ve nasıl yatak bulacağını bilemeden öylece ayakta kalmıştı. İçeride ekşi ter kokusuyla karışık berbat bir koku vardı.

      Ağzı hayretle açık, dikilip dururken bağdaş kurup oturan bir mahkûm:

      “– Gel buraya, dedi. Hangi maddeden ceza yedin?”

      O adamın koğuştan sorumlu olduğunu sonradan öğrenmişti.

      “– Bu ne gösteri?” Dedi Haknazar ona durumunu kısaca anlattı.

      “– Mmm, eveeet, tamam, dedi adam. O köşedeki yer senin olacak. Oraya git. Yerleş”

      Peşinden hemen eğilip kulağına fısıldadı:

      “-Dur, fener var mı?”

      “-O ne?”

      “-Yanında paran var mı, diyorum.”

      “-Hayır,” dedi Haknazar.

      Gerçekten de yoktu. Küçücük kafesli pencereleri olan cezaevi aracında silahlı koruyucularla birlikte Soruşturma İzolatörünün görevlileri de mahkûmları baştan aşağı aramışlardı.

      Sovyet hapishanelerinde uygulanan cezalardan biri de kafes cezasıydı. Mahkûmların içine tıkıldığı bu kafes daracıktı ve ahşaptan yapılmıştı. İçine sadece bir kişi sığıyordu. Seksen cm eninde, yüksekliği iki metre olan bir cendereydi. Mahpus dizini bükemezdi, sağa sola hareket etmede de çok zorlanırdı.

      İşte bu kafesin karşısında çırılçıplak soyulup bekletilmişti. Bütün bu olanlardan sonra üzerinde nasıl para olacaktı?

      Bu açıklamadan sonra adam emretti.

      “– Tamam, gidebilirsin.”

      Haknazar’a denk düşen döşek mahkûmlar için özel yapılmış yatağa serili, her yeri delik deşik, pamukları çıkmış, kalın, kötü kapitoneli, pis bir şeydi. Demiri de kalçasına batıyordu. Ama ona aldıracak zamanı yoktu. Nerdeyse ayakta uyuyordu. Çok yorgundu. Montunu yastık yaptı. Yatağa uzandı.

      Ertesi gün hapishanenin üst kısmındaki gezinti yerinde temiz hava alıp gelen koğuş sorumlusu Adik ona bazı şeyler anlattı:

      “– Sen şöyle yap. Evvela döşeğini toplamalı, düzene sokmalısın. Sonra karnını düşünmelisin. Öyle değil mi?”

      “– Öyle.”

      Sonra Adik Haknazar’ın yanında yatan üç- dört genci gösterdi ve dedi ki:

      “-Herkesin kendi yağında kavrulduğu böyle bir yerde kişi sadece kendi başının çaresine bakmalı, yemek ve giyim konusunda ortaklık yapacağı kişilerle yani semeyka ile ilgilenmelidir. Senin “semeykan” işte bu adamlardır. Onlarla birlikte gezeceksin. Birlikte yemek yiyeceksiniz. Kaygı ve hüznünüz aynı olacak. Hücre koşullarını, buradaki gidişatı onlardan teferruatlı şekilde bir öğren. Benim ismimi ver onlara. Her şeyi sana ince ince anlatsınlar.”

      Soruşturma İzolatöründe sadece “şilte” oluyormuş. Yorganı, battaniyeyi, yastığı dışarıdan aldırmak lâzımmış. “Dışarı” kelimesinin anlamı da şuymuş: Bazı mahkûmlar muhafızlar tarafından korunuyormuş. Bu mahkûmlar aracılığıyla giysi, gıda, yemek gibi gereken ihtiyaçları getirtebilirmişsin. Mahpus diliyle bu mahkûmlara “dubak” deniyormuş.

      Bu siparişler elbette parayla yapılmaktaymış. Asgari ücretle çalışan bu dubak kısmı böylece ek işi yaparak para kazanıyormuş. Galiba bu işler kolay gözüküyor ki bu sebeple Kızıl Ordunun içişlerinde görevli askerler başka yerlerde iş bulamayınca Soruşturma İzolatörüne gelip yerleşiyormuş. Asıl amaçları bu yoldan kolay para kazanmakmış.

      Bunlar mahpuslara çay, sigara, uygun gelirse bazen yasak olan şeyleri, meselâ içki ve eroini, gizli gizli getirip satıyor, bayağı para kazanıyorlarmış.

      Bütün bu malların dışında akrabalardan para falan da aldırabiliyormuşsun. Ama getirdiği paranın bazen üçte birini bazen yarısını alıyorlarmış. Yani gardiyanla anlaşmaya bağlı imiş.

      Hapishanede cebinde para olursa halin iyi demekmiş. Hem hücredeki mahpusların hem de semeykandaki kişilerin karşısında da değerin oluyormuş.

      Haknazar bu durumu yavaş yavaş kavramaya başlamıştı artık. İlk zamanlarda gardiyanla nasıl konuşulması gerektiğini, onların dilini anlamanın, gözüne girmenin yollarını bilememişti.

      Hapishanedeki gardiyanlar çeşit çeşitti. Mayın, inşaat gibi ağır işlerden kaçıp, elinde copla dolaşarak zaman geçiren, böyle kolay işlerde çalışan ve çoğu rahat para kazanmak için orada bulunan gardiyanların yanında her şeye rağmen ya adalet ya da belli bir fikre hizmet için çalışmaya gelenler de vardı. Ama onlar da zaman geçince bu kolaycılara dâhil oluyorlardı.

      Çünkü “ayağa çekerse başa, başa çekerse ayağa” yetmeyen maaşları isteseler de istemeseler de onları bu hale sürüklüyordu. Elbette eroin gibi yasak malları satıp neticede gözetlediği hücrede kendisini bulan gardiyanlar da vardı. Bu yüzden dubaklar gardiyanlardan, gardiyanlar da dubaklardan çekiniyordu. “Satış” işlerini birbirinden gizleyerek bitiriyorlardı.

      Almatı’da kimsesi olmayan Haknazar sınıf arkadaşlarına yalvarmak zorundaydı. Çünkü burada döşek olmadan, giysisiz, yemeksiz yaşamak imkânsızdı. Üstelik yanında koğuşu ve aynı kaderi paylaştığı mahkûmlar da vardı.

      Sonuçta hiç arzu etmediği halde sınıf arkadaşlarından yardım istemek mecburiyetinde kaldı. Yardımın geleceğinden o kadar da emin değildi. Ama bu hal başına СКАЧАТЬ