“– Neden gözlerin kızarmış? Uyuşturucu mu kullanıyorsun? Öyle mi? Uyuşturucu bağımlısı mısın sen?”
Yanındaki şişman subayın kulağına bir şeyler fısıldayıp hemen çıkıp gitti.
Mavi gözlü sorgulayıcı masayı tıklattı:
“– Şagayev, dedi kendi dilinde. Dünden beri bir şey görmedim, bir şey yapmadım diye inatlaşıyorsun. Ben sana dedim itiraf et diye. Suçu üzerine alsaydın daha kolay olurdu. Artık olacakların vebali senin üzerindedir.”
Önündeki dosyayı açıp içinden bir kâğıt aldı.
“– İşte sivil polisinin dilekçesi. Sen meydandayken onun kolunu kırmışsın. Sonra?”
Haknazar kulaklarına inanamadı. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpmaya başladı. Elinde olmadan şaşkınlıkla bağırdı:
“– Ne? Nasıl, nasıl?”
“– Otur! Otur diyorum sana! Bak, şikâyetçi dilekçesinde şöyle yazmış: “Saat 12.30’da meydanın Furmanov Sokağı tarafındaydım. Kazak genci elimdeki copu zorla aldı. Ben “geri ver copumu,” dedim. Ama o beni yere yıktı. Sol kolumu kırdı. Ben o genci görürsem tanırım,” diyor.”
“– Onun elini kıranın kesin olarak ben olduğumu nereden anladınız?”
“– Evvelki gün Rusya İçişleri Bakanlığı’ndan özel olarak gelen görevli hepinizin fotoğrafını çekmedi mi? O resimlerden tanıdı.”
O an Haknazar çok büyük bir şaşkınlık daha yaşadı. Önce böyle bir suçlama karşısında ne diyeceğini bilemedi. Ardından şiddetle itiraz etti:
“– Yalan! Bu kadarı da fazla artık! İftira! Nerede o kişi? Lütfen yüzleştirin!”
“– Metin ol! Yüzleştiririz,” dedi subay.
Yavaşça yerinden kalktı, sakin sakin kapıyı açtı, birini çağırdı.
Alelacele içeri giren, sol kolu sargılı, orta boylu, sarışın genç Haknazar’a şöyle bir baktı. İleriye gidip oturdu.
Subay da yerine oturdu. Sigarasını yaktı. Sakin olmaya çalışarak sordu:
“– İşte! Evet, yoldaş Zvyagintsev, dikkatle bakın! Şu genci tanıyor musunuz? Neren gördünüz? Hatırlayınız.”
Sarışın genç adam Haknazar’a dik dik baksa da bir şey demedi.
Subay sesini sertleştirerek konuştu:
“– Meydanda gördünüz mü bu genci? Size soruyorum, Zvyagintsev!”
“– Evet, gördüm… Bu… Bu, kolumu kıran, copumu elinden zorla alan bu gençtir.”
Haknazar’ın nefesi daraldı. Farkında olmadan birkaç defa ayağa kalkıp oturdu. Çaresizce bağırdı:
“– İftira atıyor! Yalan!”
Yoğun bir ıstırap ve çok kötü bir aşağılanma hissediyordu. Asabı çok fena bozulmuştu. Diklenmeye, elindeki kelepçelerle çırpınmaya başladı.
O sırada subay da sorusunu pekiştirdi:
“– İyice bakınız. Tanıdıysanız “tanıdım, bu kişidir” diye şuraya yazınız!”
Haknazar dilinin damağının kuruduğunu hissetti.
“– Nasıl? Yoldaş Başkan…”
“Vatandaş Başkan!” Diye düzeltti subay.
“-Vatandaş Başkan! Ağabey, yalan söylüyor bu kişi! “
“– Siz inceler misiniz?”
Zvyagintsev’in yanına bağırarak koşuyordu ki iki çavuş yetişti hemen. Çırpınmasına aldırmadan onu sürükleyerek götürdüler.
“– Keşke bütün bunlar olmasaydı, dedi nezarethanedeyken. O kadar arsız olabilir mi, şu Zvyagintsev… Ya da… Gerçekten kolunu kıranın ben olduğumu mu sanıyor acaba? Yok, yok! Mümkün değil. Herkesin gözü önünde, gündüz vakti kolunu kıran kişinin yüzünü bana benzetmesi akla mantığa sığmayan bir şey!”
Şaşkınlıkla kendi kendine konuşmaya devam etti:
“– Ya da… Ya da… Polisin beni korkutmak amacıyla iftira attırmak için kiraladığı bir adam olabilir mi? Nasıl yani?”
Hücrede tek başınaydı, sabredemedi. Sinirlenerek beton duvarı tekmeledi. Böylesine korkunç bir iftiraya uğrayacağını yüz yıl düşünse aklına getiremezdi. Düştüğü hale inanamıyordu. Hırsla söylendi kendi kendine:
“– O subay! Söylediklerime hiç inanmadı! Bu adam nasıl bir insan?… Yazılana da söylenene de bakmayan, hatta konuşurken karşısındakini insan yerine koymayan, kibirli, acımasız biri. Böylesi bir rezaletin tam ortasına düşeceğimi kim bilebilirdi ki? Üstelik dersler ne âlemde acaba? Tam dört gün geçti. Okuldakiler için nerede olduğum belli değil. Ha, evet, okul demişken o gün yatakhaneden beraber çıkıp benimle meydana giden gençler vardı ya. Onlar bu durumu nasıl izah edecekler? Polisin kendilerini tekme tokat arabaya attıklarını mı anlatacaklar? Yok ya, onlardan öyle bir lâf çıkmaz. Belki onlar da tutuklanmıştır.”
Aklına gelen düşünce ile durdu birden. Şaşkınlıkla konuştu tekrar:
“– Belki de bir yerlerde benim gibi nezarettedirler. Hayır, götürselerdi, beni attıkları yük arabasıyla götürürlerdi. Görünüşe göre yakalanmadan kurtulmuş olabilirler. Bu ihtimal olabilir mi acaba? Demek bir tek zavallı ben tutuklandım, öyle mi? Nasıl tutuklandım, ilginç. Kendi yolunda gitmek varken, ne diye kızı kurtarmaya kalkarsın ki? Bu aptallığım benim sonum olacak galiba. Yeter artık! Tüketti beni bu geri zekâlılığım! Gerçekten tüketti! Allah korusun! Of! Bu belâdan nasıl kurtulurum ben?”
Duvarın köşesine kederle çöküp sözlerine devam etti:
“– Burada hukuktan, haktan anlayan ne bir akrabam var ne de arayan, soran. Sınıf arkadaşlarımın elinden gelir mi ki şu köpeklerle konuşmak? Hey Allah’ım! Ne vardı o lanet meydanda? İlla gideceğim diye tutturdum. Ölürlerse ölsünler. Dövüp mü öldüreceksiniz, yararak mı, keserek mi, benim için fark etmez deyip kaçmak lâzımdı. Geberirlerse gebersinler, bana ne! Ne yaparlarsa yapsınlar! Birbirlerini döverek mi, keserek mi öldürecekler, öldürsünler! Tabana kuvvet kaçmalıydım. Şimdi halime bak. Kaymak yiyen kurtulur, dibini yalayan tutulur diye boşuna dememişler. Yala dibini beyinsiz, ahmak! Allah’ım! Anam duyarsa ne olacak? “Hayatta inandığım sendin, yavrum. Nasıl düştün bu hale? Kaç kere söyledim sana? Kimseye bulaşma, yalnız yürü, demedim mi,” diyecek. “Şimdi ne yapacağız?” diye üzülürse canım çıkacak! Çok zor kazandığım okuldan atarlarsa halim ne olacak? Allah’ım! Böylesi de olurmuş hayatta. On sekizimde hapsi boylarsam, kalan ömrüm ne olacak? Cehennemin dibi bu karanlık! Of Allah’ım!”
Haknazar’ın СКАЧАТЬ