Akıllı genç Kanat, yumruklarını sıkıyor, dişlerini gıcırdatıyor, zangır zangır titriyordu. Diğerleri de şaşkın ve heyecan içindeydi. Marat, keleş keleş sırıttı. İlçedeki önemli toplantıya acele eden yarım muhtar gözden kaybolana kadar gevrek gevrek gülerek dudağını büzmüş duruyordu.
Burada halklararası skandala sebebiyet vermeleri olası ahretlik komşular Marat ile Kanat’ın dış görünüşlerinden, boyundan posundan bahsetmek yerinde olacaktır sanırım. Marat, gerçekten de hangi milletten olduğu belli olmayan, farklı bir tipti. Gözleri mavi, burnu sivri, basık alınlı, geniş yüzlü, dişleri öne çıkık, ağzı büyük, esmer biri. Ya Rus ya Tatar. Ya Özbek ya Ermeni. Ya Tacik ya Kalmuk. Ya Azerbaycanlı ya da Dağıstanlı. İyice kurcalarsanız bildiğimiz Kazak olması da işten bile değil. Velhasıl, Kruşçev ile Brejnev’in hayalini kurduğu Sovyet insanının ilk başarılı örneklerinden. Rusçası var, Kazakçaya hâkim. Başka hangi dilleri bildiği bilinmez. Belki yukarıda adı geçen halkların hepsinin dillerini bilir. Ancak şu ana kadar ne böyle bir niteliği ne de başka bir niteliği görüldü. Sovhoza bir yerlerden göç ederek gelen, bedava, hazır eve giren sıradan şoförlerden biri. İnsanı zaman yaratır, derler. Kazakistan bağımsızlığını aldıktan sonra talihi yaver gitti. Ve gün be gün işleri tıkırında yürüyordu. Az kalsın unutuyordum, Maratımızın boyu bir altmış kadar, sıska, bücür.
Kanat ise iri kıyım Kazak yiğididir. Omuzları geniş, gövdesi körük gibi, bacakları mertek gibi. Yumrukları tokmak gibi. Sanki Abılay Han’ın zamanındaki teke tek çarpışmaların bahadırı dersin. İnsan bakmaya doyamaz. Sadece endamına değil. Yüz güzelliğine, yakışıklılığına da. Buğday tenli, kara gözlü, düz, ince burunlu, hilal kaşlı, güzel bıyıklı. İçkisi, sigarası yok. Tek eksiği, okumamış olması. Bu da eksiklik değil ya gerçi. Bugünlerde eski okumuşların hepsi pazarda çarşıda. Bu ise evinde. Bir inek, beş koyun, azıcık arazisi geçimini sağlamasına yetiyor. Önceden de durumu fena değildi. Sovhozda başarılı bir biçerdöverciydi. İki kez ilçe, bir kez il gazetesinde resmi çıktı. “Emek Kahramanı” madalyası da var. İşte bu kadar hoş biri. Demir gibi sağlam, gücü kuvveti yerinde bir delikanlı. Değil Abılay Han, daha eski olan Yesim Han devrinin baturları görünümlü. Marat ise az önce dediğimiz gibi, serçe parmağı kadar bir şey.
Efendime söyleyeyim. İşte bu Marat, kurbağa ağızlı, basık alınlı, bodur Marat, aniden kendisinin yaptığı çitten atlayarak geçti ve babayiğit Kanat’ın üzerine yürüdü. Bununla kalmadı, yaklaşır yaklaşmaz yüzünü tırmaladı. Sonra burnuna, ağzına pat küt yumruk salladı. Sonra ise saçına yapıştı. Bodur, çelimsiz Marat. Bizim dağ gibi Kanat, batur, pehlivan Kanat ise önce afalladı. Sonra kendine gelip; hayır, vurmayacaktı, kaslı yumruklu uzun kollarını kaldırarak kendini korumak istedi. Orada duranlar, hemen davrandılar. Biri önden, diğeri arkadan sardı. Biri kollarından, diğeri ayaklarından tutarak kımıldamasına izin vermedi. “Eyvah, eyvah!” diyorlardı. “Halklararası skandal olmasın. Başımıza bela olacak. İçeri atılırsın. Sadece sen değil, hepimiz yanarız. Ortalık karışır, milletin huzuru kaçar!..” Zaten kavga etmek aklından geçmeyen, sadece başını korumak isteyen Kanat her tarafından sıkıca tutulunca millî gururu zedelenip canı yanan Marat, fırsatı kaçırır mı hiç, bir güzel vurdu ona, tırnak attı, tartakladı. Koca Kanat’ın o güzelim yüzü gözü kan revan içinde kaldı. Uzun, kalın saçları darmadağın oldu. Kolay bir şey yok. Sonunda enternasyonalist gençler, halklararası skandalın daha da büyüyerek çığrından çıkmasına yol vermediler. Çırpınan, debelenen, kavga etmek için değil, ağzını yüzünü korumak için hamle yapan Kanat’ı sımsıkı tuttukları gibi yaka paça götürdüler. Zorba düşmanının yüzü ters dönünce ensesine vuran, kafasından yedi saç telini tuttuğu gibi koparıveren Marat, araya giren gençlerden ikisinin kıçına tekme attı, ikisinin de ayağına çelme taktı. Hepsine küfürler savurarak güç bela sakinleşti. Sakinleşmeyip de ne? Kaçan düşmanı evine kadar kovalamadı. Kendisinin fethettiği yeni toprağın sınırlarından uzaklaşmadı. Arada bir “Başka kim var? Hadi çıkınız ortaya! Kalbitler…” diye cıyaklayarak ve gözlerinden ateş püskürterek kollarını sıvamış hâlde döndü durdu.
İlk kanlı mücadeleden sonra nihai gücüne erişen Marat, ahretlik komşusunu sabahın köründen gecenin karanlığına kadar gözetleyerek günde hiç değilse bir kez hırpalamayı âdet edindi. Kanat, bahçe tarafına çıkmaya görsün, anında hücuma geçer, alçak çitten atladığı gibi olanca gücüyle koşarak gelir, dazlak kafasıyla karnına vururdu. Sonra bacaklarının arasına tekme savurur, yüzünü tırnaklardı. Son olarak da elleri saçlarına kenetlenmiş hâlde kafasını aşağıya doğru bastırarak “Şimdi söyle bakalım, yer kimin?” derdi. Korkusuz Kanat, hiç çekinmeden “Benim!..” derdi tıslayarak. “Nah senin!” Saçlarına kenetlenen ellerinden birini gevşetip pat diye ağzına vururdu. “Bugünlük bu kadar ders yeter.” Kanat’a gelince şu kırma piç bodura bir kerecik vurdu mu hakkından gelirdi. Ama halklar arasında husumet ve nefret oluşarak yarın bir gün tüm köyün huzuruna mal olabilir, sonu ise büyük skandala dönüşebilir. Bağımsızlıktan daha değerli bir şey mi olur? Ülkenin sahibi konumundaki milletin temsilcisi, sabırlı olması gerektiğini iyi biliyordu. Yani Egemen Ülkemizin şuurlu vatandaşı olan Kanat, kimilerine göre bin yıl, kimilerine göre üç yüz yıl, bir başka bilgiçlerin dediğine göre yüz elli yıl sonra güç bela elde edilen bu kutsal bağımsızlık yolunda, bağımsızlığın güzel geleceğine giden yolda bir kurbandı. Fazla oldu. Ne kurbanı? Daha yaşıyor, bir ay boyunca yediği dayağın toplamı etse etse ancak bir kâse eder. Hiç olmazsa “börk içinde”, “yen içinde” diyecek kadar kafası yarılmadı, kolu kırılmadı. Bazı gençler, içki içince sokaklarda düşmekten ağzını burnunu dağıtıyorlar ya! Ağzın burnun lafı mı olur, allasen! Gönlünün ışığı olan iki gözü sağ СКАЧАТЬ