Güneşi Tutan Çocuk. Sultan Raev
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Güneşi Tutan Çocuk - Sultan Raev страница 5

Название: Güneşi Tutan Çocuk

Автор: Sultan Raev

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6981-59-1

isbn:

СКАЧАТЬ çok uzaklarda yaşayan bir bela, ansızın başına asla gelmeyecek bir şey olarak düşünmüştü. Gerçekten ölümü hiç düşünmüş müydü? Ya böyle ansızın ölüp gideceğini hiç düşünmüş müydü? Şimdi bunların hangi birine aklı yetsin? Allah kahretmez mi? Böyle sapasağlam durup dururken bir gün gözünü ebediyen kapatarak giderse kimin canı acımaz, kimin içi yanmaz?

      Ecel dediğin laftan sözden anlamayan, taş kalpli, gözyaşını seven acımasız, soğuk bir şey miydi? Ölüm ile hayatın tam ortasında bulunan Basıt’ın canını tıpkı kum gibi dökülen bu düşünceler iyice yaktı. İşte, artık kirpikleri aşağıya çekiliyor, öbür dünyaya gideceği vakit yaklaşıyordu. Hayır, hayır!..

      Son günlerde beynini kaplayan bir örümcek ağını andıran bu düşüncelerden irkilerek uyandı ve cansız elleriyle yattığı yatağa dokundu. Demirin soğukluğunu hissetti. Derinlerden gelen kalbinin cansız atışını duydu. Son beş altı gün içerisinde suyun altına dalmış eziyetli düşüncelere yeniden kapıldı. Ciğerlerinde sanki rüzgâr esiyordu. İnlemesi artacak, hareketsiz yatan bedenine karışan düşünceleri ağırlaştıkça ağırlaşacaktı. Yorganın dışında kalan kafasını çeviremiyor, alnından soğuk soğuk ter süzülüyordu. İşte bu sırada birkaç günden beri onu rahatsız eden, düşünmekten bile korktuğu ölüm aklına geldi, sonunda gideceği yeri düşündü. Ne zamandır bu düşüncelerden kaçıyordu. Ecel ile ölüm kavramlarının sadece etimolojik anlamlarının aynı olduğunu, ecelin bir çaresinin bulunabileceğini, ikisinin iki farklı kelime olduğunu, bunların bir araya gelmeyen iki ayrı çizgi olduğunu düşünmüştü. Ölüm kelimesini söylemekten korkuyor, âdeta tir tir titriyordu. Onun korktuğu şuydu: Gerçekten de hayat mumu sönecek, gündüzlerinin yerini karanlık geceler mi alacaktı? Dar ve karanlık bir mezar açıp onu toprağın içine mi atacaklardı? “Allah’ım beni koru, gerçekten varsan biçare bedenimi koru! Yaptığın her şey sadece sana bağlı, biliyorum kutsal varlığım! Bedenime verdiğin bu hayat yalan. Bize verdiğin ölüm gerçektir. Şimdi bana merhamet et, bana acı, şefkat göster. Er ya da geç nasıl verdiysen öyle alacaksın canımı. Son isteğim; bu seferlik bırak, ne olursun biraz daha yaşayayım. Suçum yoksa ne olursun bedenime çektirdiğin azabı geri al. Tek isteğim şu acılardan kurtar beni! Kurtar beni ne olur!.. Bu seferlik…”

      Basıt’ın tüm bedenini bir müddet bu ricaları kuşattı. Allah’ın adını kolay kolay anmayan koca Reis, eceli gözüne göründüğünde korktuğundan söyledi bu sözleri. Dünyada ebedîlik arıyordu! Dünyada olmayan bir şeyi… Korktuğu şeyler giderek ona doğru yaklaşıyordu.

      Son günlerini gece gündüz rüya görerek geçirir olmuştu…

      Daha dün düzgün nefes alıyordu, canlıydı. Vakti daraldığında böyle anlamsız rüyalar göreceği aklına bile gelmemişti. O rüyayı gördükten sonra ruhu sıkışmış, kılıçla yaralanmış gibi hissetti.

      Allah kimseye göstermesin, bu kadar değerli bir adamın son dakikalarında ağzından çıkan son sözü “Affedin!” olmuştu.

      Ondan sonra konuşmasının kesildiğini söylediler. Babasının yanından ayrılmayan, onu kurtarmaya çalışan “Ansızın ölüp gitse babamızın hâli nice olur?” diye ona acıyan oğulları bu sözü dün akşam işitmişler ve anlam verememişlerdi. Babalarının milletten af dileyecek kadar ne suçu vardı ki? Herkese, gencine de yaşlısına da eşit bakmıyor muydu sevgili babamız? Halk onun ismini hâlâ ağzından düşürmüyordu. Değer ve saygının başköşesinde bulunan biri değil miydi o? Hâlden düşerek abuk sabuk şeyler söyleyip sayıklamaya başladı galiba. Canı çıkıp gidiyor muydu yoksa? “Babamız kimden af diliyor?” sorusu Basıt’ın yanı başında duran oğullarının aklına yerleşti. Sayıklamak böyle mi olur? Çürümüş bir elma kabuğuna benzeyen dudakları bir başka, bazen kesik kesik ses çıkararak mırıldanıyordu…

      Bugün Basıt Reis rüyasında geçen yıllarda yaşadığı bir olayı görmüştü…

      O dönem işleri yolundaydı, bütün bir kolhoz onun ağzına bakıyordu. Bin hanelik köy halkı Basıt Reis’in gözbebeği ile beraber dönüyor, sözünden çıkmıyordu. Böylesi parlak günleri de olmuştu. Temsil ettiği kolhoz birinci sırayı kimseye vermiyor, zafer onun oluyordu. Bu adamın heybetini işte o günlerde görseydik keşke. Gören vallahi çok şaşırırdı. Ensesinde büklümler oluşmuş, nar kırmızısı yanakları ile bastığı yeri yakabilecek kadar cesaretli, kudretli bir adamdı. Halk arasında gözlerinin içine bakabilecek cesur kimse çıkamazdı. Ellerini önlerinde bağlayarak ağızlarından: “Tamam başkanım, olur başkanım!” demekten başka söz çıkmazdı bu bölgenin insanlarından. Çok heybetli günler geçirmişti. Hasta yatağında bunları hatırladıkça fersiz gözlerinde olmayan yaşla ağlamak istiyordu…

      Birbiri ardına devam eden, kesik kesik başı sonu olmayan rüyalarının birinde de yüzü tanıdık gelen birini görmüştü ve tüm vücudu buz tutmuşçasına titremişti. Allah vermesin… Yüzü hiç değişmemiş, bakışları bıçak gibi keskin, gözleri tıpkı kedi gözleri, karanlıkta alev alev yanardı. “Bu o, o!” diye rüyasında gördüğü adamı hemen tanıdı. Doğru, doğru gerçekten de o idi. Basıt bu adamı tanıyordu. Bu adam, yatağa düştüğünden beri Basıt Reis’i Azrail gibi arkasından takip ediyor, gölgesini dahi bırakmıyordu. Olsa olsa Reis’i korkutan ecel denilen felaketi de bu kahrolası kedi bakışlı adam getirmiştir. Bu kötülüğü ancak bu adam yapabilir, sadece bunun elinden gelir. Basıt niçin bu adamın bakışlarını hatırlamıştı? Bunun sebebi ne olabilir?

      İnsan rüyasında her şeyi görebilir. Hayır, bu rastgele bir rüya değildi. Basıt’ın karşısında duran bu adam sıradan biri değildi. Ömrü boyunca ona kötülük dileyen, onu çekemeyen, niyeti bozuk biriydi bu adam. “Girme rüyama! Görünme gözlerime! Defol, defol git! Cennete gitmek için uğraşıyorum, defol!..”

      Rüyası yine ip misali uzadı gitti. Başı sonu anlamsız, kolay kolay insanın aklına gelmeyecek silüetler göründü. Gözleri şu an açık mı, kapalı mı belli değil. Peki, neredeydi şimdi? Yaşıyor mu yoksa öldü mü? Nerede bulunduğunu anlayamıyor, uçsuz bucaksız düşüncelerin dibinde geziyordu. Rüyası kesildi, sonra onu sanki biri bağlamışçasına yeniden devam etmeye başladı. Biraz evvelki adam da oradaydı. Bu kedi bakışlı iyi bir iş yapıyormuş gibi dikilmişti karşısına. Eski mezarlığın yanında geziyormuş. Görünüşü, şekli şemali hiç değişmemiş, gözlerinin ışıltısı hâlâ sönmemiş. Basıt onu gördü ve yakasını tuttu. O kadar korkuyordu ki kalbi göğsünü yarıp çıkacak sandı. Kedi bakışlının elinde bir kürek vardı, bir mezar yeri kazıyordu. Önce birbirlerine bakıp öylece kaldılar.

      Sessizliği Basıt bozdu:

      –Kimin için kazıyorsun? Kim ölmüş?

      –Kimin için, diye cevap verdi beyaz kefene sarılı adam.

      –Kendim için…

      –Kendin için mi dedin? Çok şaşırmıştı Basıt. “Seni toprağa vereli çok olmadı mı? Neredeyse on yıl oluyor.”

      –Birilerinin kazdığı mezar cesedimi almadı.” Küreğini yere vurdu. “Ellerimle kendi mezarımı kazarak yerimi değiştiriyorum. Yoksa rahat edemem. Burada insanlara huzur lazım. Huzur bulmak için geliyoruz huzursuz yalan dünyadan. Seni toprak kabul etmezse huzur dediğin şeyin ne önemi kalır? Ne anlamı var? Söylesene.” Basıt’a sordu: “Günahların СКАЧАТЬ