Tiksintiyle okuyarak hayatımı
Ben titriyor ve lanet ediyorum,
Acıyla yakınıyor, acıyla gözyaşı döküyorum,
Ama üzüntülü mısraları silmiyorum.
Tolstoy: “Bu şiirin son dizesinde ben “üzüntülü mısraları” ifadesi yerine “utanç verici mısraları silmiyorum” ifadesini kullanırdım,” diye yazıyordu.
Şakarim’in de Tolstoy gibi samimi ve gerçek anlamda pişman olduğu şüphesizdir. Ancak insanın bazen kendisini herhangi bir konuda ayıplaması ne kadar zordur. Gençliğinde avlanmaya harcadığı zamanla ilgili pişmanlık Şakarim’de ancak olgun yaşta ve tüm zamanını sanata harcamaya başladığında ortaya çıkmıştır. Ona şiir yazmak için gündüzler ve geceler artık yetmiyordu. O zamanla yarışıyordu ve sanki pişmanlığını dile getirerek şiir yazmak için Ebediyet’ten süre koparabilecekmişçesine gençlik hevesi olan avcılığı bile karalamaya hazırdı, fakat gençliğinde avlanırken o, doğayla gerçek bir uyum içindeydi ve Şıngıstav’ın her yerini çok iyi biliyordu. Bozkır hakkında şiirler yazıyor, kartalını besliyor, bazen av, bazen de yeni izlenimler peşinde en uzak dere yataklarına kadar gidiyordu. Şakarim’in tutkusu ara sıra ava çıkan Abay’a da geçiyordu. 1874 yılının yaz mevsiminde Abay yanına tüfeğini almasını da tembih ederek Şakarim’i Akşokı’ya davet etmişti. Şakarim yola çıkmak için çok kısa sürede hazırlanmıştı.
Yaklaşık bir ay süren o unutulmaz av sezonu Şakarim için sadece Semipalatinsk şehrinden gelen Aleksey adlı yetenekli Rus avcısından aldığı avcılık ustalığıyla ilgili eğitimle sınırlı değildi. Bu, aynı zamanda Abay’ın emsalsiz şahsi dünyasını, onun iyilik ve kötülük, çalışmak ve avarelik, iç dünyası zenginliği ve yetersizliği, insan gücü ve onun faaliyetsizliği gibi yaşama has başlıca konularla ilgili düşüncelerini keşfetmek anlamına geliyordu.
Edebiyatı hayat estetiğinin başı sayan Abay, delikanlıyı doğu şiirini ne derece bildiği konusunda sınadı. Onun dikkatini Nevai’nin eserlerindeki eğitimle ilgili konulara çekerek meşhur şairin “Müminlerin Perişanlığı”nı yazmasından itibaren birkaç asrın geçmiş olmasına rağmen akraba Türk halklarının eğitim işlerinde hiçbir şeyin değişmediği üzerinde duruyordu. Abay’ı endişelendiren halkın bin yıllık uykusu Şakarim’i ilgisiz bırakması imkânsızdı.
– Abay ağabey, nahiye müdürü olmak zor mudur? Diye sordu Şakarim.
– Eğer kalbin taş gibi katıysa kolay, fakat kendini hep başkalarının yerine koyarsan zor.
– Neden bizde nahiye müdürü olmak isteyen çok?
– Aslında hep öyle değildi, dedi Abay. Eskiden halkın menfaatini savunamayan hiç kimse kadı, sultan veya han olamıyordu. Şimdiyse nahiye müdürleri, varlıklı insanların çıkarlarını gözeterek zengin olabileceklerini anladılar. Makam mücadelesi bundan dolayıdır. Bu, Kazakların gelenek ve göreneklerine aykırıdır, fakat bugün eski vasiyetlere kim bakıyor ki?
Abay, çadırın en üst yuvarlak noktası olan “şanırak”tan görünen mavi gökyüzü parçasına bakarak derinden iç çekti. O, bir zamanlar hür olan göçebelerin kaybolmakta olan iradesinin gelecekte yeniden kazanılıp kazanılmayacağı konusunda düşünüyordu.
Şakarim de yüz yıl sonra onları kimlerin, ne tür insanların değerlendireceklerini anlamaya çalışarak ilerisini görme çabası içerisindeydi. Göz önüne Abay’ın, belki de kendisinin de şiirlerini sesli okuyan güzel şahsiyetler geliyordu. O, özel bir güç hissiyle coşarak içinden kendine ait eseri okumaya başladı. Bu coşku gittikçe tüm varlığını sardı:
Durun yiğitler! Geldi düşünme saati
Bilgiler, gelenekler; her şeyi kapışalım abartısız.
Yeter dolaşmak işsiz tuhaf cehalet içinde,
Yoksa zaman acımasızca cezalandırır bizi.
Esirgeme, hediye et insana seve seve,
Zeki, makul fikri mevcut olan sende.
Bize, örnek olamaz birinin kurnazlık, şerefsizlik, hilesi.
Yeter ki put edinmeyelim kendimize.
İdarecilerin iradesi yok ki taklit edelim.
Onların tüm işi; çalmak ve korkudan titremek,
Kirli fikirlerini iyi bir şey gibi sunmak.
Yok, sonunda dehşet acı onlar için kaçınılmaz…
Bu mısralar daha sonra “Gençliğe” adlı büyük manzum nutkunun içine dâhil edilmiştir.
GERİ GELMEZ KAYIPLARIN VERDİĞİ ISTIRAP
Göçebelerin yaşamı bazı hususlarda Şakarim’in en sevdiği eser olan “Bin bir Gece”nin kahramanlarının hayatlarına benzer; fakir aniden zengin, zenginse fakir oluyor, mutsuzlar birden mutluluk buluyor, hükümdarlarsa beklenmedik bir anda haklarından yoksun kişiler olarak karşımıza çıkıyor.
Şakarim’in babası Kudayberdi, henüz gençken vereme yakalanmış ve 1865 yılının güzünü yatakta geçirmek zorunda kalmıştı. Babasını çok seven Şakarim, hafızasında net bir biçimde yer edinen babasının hastalık halini sonraları defalarca yakınlarına anlatmıştır. Oğlu Ahat, Şakarim’in anlattığı şu hikâyeyi aktarıyor:
“Hayatının son senesinde babam çok nadiren ava çıkardı, zamanının büyük bir kısmını evde geçirirdi. Türkçe hikâyeler okumaya devam ediyordu. Sonbahardan itibaren zayıflamaya başladı, öksürükleri arttı. Daha önceleri babam uzun boylu, geniş omuzlu, heybetli, keskin bakışlı, beyaz tenli, siyah bıyıklı, siyah sakallı hareketli ve dinç biriydi. Son zamanlardaysa konuşması azalmadıysa da çok zayıflamıştı.”
Abay o sırada şehirdeydi. Ağabeysinin hastalığının şiddetlendiğini duyunca ilaç alıp köye doğru yola çıkmıştı.
Şakarim, Abay’ın eve girip hastaya sarıldığı anı çok iyi hatırlıyordu. Kudayberdi, kardeşini gördüğüne çok sevinmiş, hastalığını unutarak canlı canlı konuşmaya başlamıştı. Abay, hastaya beyaz toz ve kırmızı renkli damlalar içiriyordu. Daha sonraysa onu acil olarak şehirdeki doktorlara götürmek gerektiğini söylemişti.
– Doğru söylüyorsun, demişti Kudayberdi, fakat şimdi kış mevsimi, yazın muhakkak götürürsün.
Havanın ısındığı ve bitkilerin yeşerdiği Nisan’ın ortalarında Kudayberdi hastalığının ilerlemesi nedeniyle artık yataktan kalkamaz hale gelmişti.
“Evde çocukların oyun ve gürültüsü son bulmuştu. Eskiden yüksek sesle konuşanlar, şakalaşanlar, gülüşenler, gürültü edenler artık fısıltıyla konuşur olmuşlardı. Bana sanki etraftaki her şey sessizlik içinde donmuş gibi geliyordu. Bedenimi ümitsizlik sarıyordu ve kalbimde aşırı СКАЧАТЬ