Название: Erken Uyanan Adam
Автор: Hevir Tömür
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6853-83-6
isbn:
Onların ağzından çıkan sözleri duyan kişi tahammül edemezdi. Şair şu anda istibdat, zulüm, töhmet, cehalet ve nadanlıktan ibaret kapkara bir duman içinde kalmıştı. Kuru iftiranın hançeri onun yüreğini parça parça etmişti. Cehalet ve nadanlık çiyanları öfkeyle zehrini kusuyordu. O kendini zorla tutarak:
–Ey âdemler ne diyorsunuz, nasıl iftira atıyorsunuz, sizin amacınız ne, diye haykırdı. Bu sözü söylediğinde şairin dişleri sıkılmış, gözlerinde gazap kıvılcımları parıldıyordu.
Şairin bu sözleri cisa, dervişlere tıpkı kubbede cevizin durmaması gibi, kıl kadar tesir etmedi. Gerçekte de onlar sözün tesir edeceği kişiler değildi. Birisi istibdat siyasetine uşaklık yapan kötü niyetli iken, diğerleri hurafeci itikadın zincirine bağlanmış, cahillikle kafası katılaşarak granit taşa dönenlerdi…
–Masa, sıraları götürün, alıp benim avluma koyun. Kesip odun yapın! –Cisa gerinerek buyruk verdi. Onun adamları masa, sıra, tahtayı ganimet bulmuş gibi alıp götürdü.
Derviş bir sırayı alıp cisanın önüne gelip, sırıtarak:
–Karpuz satmaya tezgâhım yok, zor durumda kalmıştım, deyip alıp gitti. Böylece bu adamlar bir anda cennet asa sınıfı domuz girmiş gibi viran kıldılar.
Şair bu yırtıcılarla mücadele etmek, onları engellemek istedi. Fakat Abdurahman Mehsum oğluna engel olup laf söyletmedi ve:
–Tamam, bir şey söyleme, canın sağ olsun, dedi.
Hesamidin Zuper aceleyle çıkıp geldi. O sanki olan işlere aldırmıyormuş gibi dönüp bakmadan şairin yanına gelerek:
–Yürüyün, bizim eve gidelim, deyip aldı götürdü.
O kapıdan çıkar çıkmaz şaire:
–Biz böyle olacağını önceden hesap etmiştik. Gerek yok, diye teselli etmeye başladı, -bizde Boğda Dağı gibi sarsılmaz ruh, yanardağ gibi ateşe dayanıklı gayret olması lazım. Böyle olursa sonraki hesapta maksadımıza ulaşırız…
Beşinci Bölüm
“Urumçi denilen büyük bir şehir, bir yerlere yalnız gitme, kaybolursun!” Keyum Bey’in uğurlarken kardeşçe söylediği sözleri, arabada tıpkı beşikte yatar gibi sallanarak giden Abdülhaluk Uygur’un kulağında çınlıyordu: Urumçi’ye ulaştığın gün mektup yazıp gönder. Anam üzülüyor. Söylediğim gibi Urumçi’de başka kişilerle görüşeyim deme, Hüseyinbay’la görüş. Şimdi Urumçi’de onun önüne geçebilecek kadar büyük bir zengin yok. Onun çevresi geniştir. Cyancünlerle dahi görüşür. Bir sınıflık okul açmak o kadar büyük mesele değil! Yukarıdakiler makul bulursa, buradakiler itiraz edemezler.”
Turfan’da bir sınıflık cedit okulu açma imkânı aramak için Urumçi’ye giden Abdülhaluk Uygur yol boyu hayallerle meşgul oldu. Olur, da Urumçi’ye ulaşırsa kimlerle görüşmesi, nasıl konuşması, Yan Cyancün’e sunacağı arz mektubunu nasıl yazacağı hakkında durmadan düşündü. Tasavvur edildiğinde bu işlerin hepsi yerli yerinde olup, kolaylıkla hallolacağı biliniyordu. Bu elbette kişiyi mutlu ediyordu. 1928 yılının mayıs ayları, havanın gerçekten güzel vaktiydi.. Bu yüzden şairin bu seferi her yönüyle güzeldi.
Fakat oturup arabayı süren Arabacı Salih’in az konuşması, sert görünüşü şairi biraz rahatsız ediyordu. Uzun boylu, tel sakal, gök göz, yüzü sarıya mail beyaz, iki yanağından kan damlayan, yaz kış dağ boğazından aşsa da, dinç, sağlam görünen bu arabacının iki günden buyana doğru düzgün laf söz ettiği yoktu, çoğu zaman yabanilik yaparcasına arabanın yanında yaya gidiyordu. Arabaya binip oturduğu zamanlarda da atların yürüyüşü, yolun alçak –yüksekliğine dikkat edip araba sürmekten başka, dostluk için hiçbir alamet göstermiyordu. Bundan dolayı şair onun böyle ketum mizacına boyun eğip onunla fazla ilgilenmedi. O sakin sakin hayal kurup, hayal bitse kitap okuyup zamanı geçiriyordu.
Arabalar yola çıkıp ertesi gün kızılsöğütle sarılan Davançin Deresine ulaşmışlardı.
Tarihten buyana Tanrı Dağının güneyi ile kuzeyini birleştiren Davançin Deresi elmas gibi parıldayıp duran Gigant Dağlarının ortasında tıpkı iki dağa sıkışıp kalan yeşil bir şerit gibi görünüyordu. Derede yine Davançin sazlıklarındaki yüzlerce kaynak suyunun katılmasından hâsıl olan hayli ulu, mağrur bir su taştan taşa vurulup gürültüyle akıyordu.
Bugün pamuk taşıyan dört araba işte şu akıntının doğu tarafındaki yılan gibi uzayan dağ yolunda gidiyordu. Arabaların tekerleklerinden ve at toynaklarından çıkan takır tukur seslerle iç atın kuşağına yerleştirilen çıngıraklardan, bunun gibi arabalardan çıkan gürültüler boğaz içini uğuldatıp, lerzeye getiriyordu.
Arabacı aniden şarkı söylemeye başladı. Onun gürül gürül çıkan güçlü sesi dağ içine can getirdi:
Üstü karlı ala dağlar,
Bu halimi gördünüz mü?
Düşmanlara esir oldum
Kederimi gördünüz mü?
Nazar eylen gözyaşıma,
Kimseler gelmez yanıma.
Kamçı yiyerek başıma
Durduğumu gördünüz mü?
Kırk yiğidim hepsi gelip
Özümü ben gama salıp
Ahmet Bey’i bile alıp
Kederimi gördünüz mü?
Bende olduğum irade,
Kaldım sayısız belada.
Düşman atlı ben piyade
Yürüdüğüm gördünüz mü?
Yusuf Bey der sinem dağlı,
Arzumanım burada kaldı.
At önünde elim bağlı
Gittiğimi gördünüz mü?!
-Hayret, insanoğlu denilen çok acayip, dedi şair şaşkınlıkla.
Turfan’dan buraya kadar Arabacı Salih’in şarkı bildiğini veya böyle güzel şarkı söyleyeceğini düşünmeyen şair onun aniden şarkı söylemeye başlayıp dağ içini canlandırmasına hayran kaldı. İki günden beri isimlerini sormaktan başka kelam etmeyen şair bugünkü fırsattan istifade ederek onunla biraz dertleşmek istedi. Şarkının bitmesiyle söze başladı:
–Salih ağabey gibi değerli şarkıcıyı görünce dağların içi de canlanıp ses vermeye başladı değil mi?!
Arabacı o sırada dönüp:
–Evet… Gençliğimde bazen şarkı söylerdim, o zamanlar bugünkü gibi boğulup kalmazdım, dedi alçak gönüllülükle.
Şimdi de çok iyisiniz. “Senin gençliğinden СКАЧАТЬ