Название: Erken Uyanan Adam
Автор: Hevir Tömür
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6853-83-6
isbn:
Ulaşmak istediği amacın birinci aşamasına adım atan Abdülhaluk Uygur kendi çalışmasından oldukça memnundu. Yoruldum –usandım demeden, ateş gibi coşkuyla ders anlatıyordu. Tahtanın yarısına harf, yarısına kelime, cümle yazıp, ayrı ayrı öğretiyordu. Çocukları, anlatılan dersleri defterlerine yazmaya çalışmaları için yerleştirdi. Çalışma başladığında ilgisini artırıp, çocuklara yazı yazarken nasıl oturmak, kalemi nasıl tutmak gerektiğini, kalemi diline değdirmemelerini ve daha başka şeyler hakkında durmadan konuşup talimat verdi. Kalemin ucunu kıranların kalemini açıp verdi. Ayimhan’ın çalıştığı kamış kalemi de hazırlayıp verdi… Öğrenci gerçi az olsa da, iş çoktu. Bir sınıfta üç dört dereceye ayrılan öğrencileri okutan öğretmenlerin karşılaştığı güçlükler şairi hayli terletiyordu. Tahtaya bir sürü yazı yazıp sildiği için elleri tebeşir tozlarıyla tıpkı un torbasına vurmuş gibi oldu.
Ancak o memnundu. Şairin çektiği cefaları, sınıfın içinde kızıl güller gibi oturan çocuklar ve onların okumayı dört gözle bekleyen kara gözleri, öğretmenlerine minnettarlıkla bakışları unutturuyordu. Şair her bir çocuğun minnettarlıkla parlayan kapkara gözleriyle karşılaştığında, yorgunluğu toz gibi uçup, onun yerine yeni bir kan, yeni bir güç kuvvet peyda olduğunu hissediyordu. İşte Ayimhan kamış kalemi gıcırdatarak güzel yazı çalışmakta. Onun bütün vücuduyla çalışmaya daldığı vakitlerdeki oturuşu ne kadar güzel, onun kaştaşı21 gibi parlak, güzel eliyle yazılıp çıkan yazılar ne kadar da güzel! Bu yazılar günden güne durmadan değişerek olgunlaşan ekinler gibi güzel bir görünüm kazanmakta. Bu elbette öğretmenin emeğinin bir neticesi, öğretmeni memnun eden, her türlü cefa ve meşakkatlerini unutturan manevi güç.
İşte yuvarlak yüzlü, ahu gözlü Siraceddin, onun gözlerinden idrak kıvılcımları sıçrayıp duruyordu. Onun derse kulak verip öğretmene dikkatle bakarak oturması ne kadar güzel. Bu gönlü hoş eden sihirli bir görünüş değil mi?
İşte sevimli, süt gibi ak yüzlü Buviheliçe. Onun kısa örülmüş siyah sümbül saçları, alnını kapatıp karakaşlarıyla kavuşan perçemleri… O, dalmış deftere sayı yazmakta. Burnunun ucundan boncuk boncuk ter dökülmekte. Bu kızın terini silmeye dahi vakti yok. Bu nasıl bir okuma arzusu! Sınıfta yine bir birinden geri kalmayan güzel çocuklar, sanki birbiriyle yarışırcasına dikkatle okumakta… Abdülhaluk Uygur çocukların okuma aşkına ve gayretlerine bakarak içten içe memnun oluyordu. Yaptığı işin doğruluğuna daha da inanıyordu. Bunu geliştirme hakkında düşünüyordu. Düşündükçe vücudu güç, kuvvet kazanıyordu…
Şairin babası Abdurahman Mehsum çıkıp geldi. O düşünceli görünüyordu. Sınıfın içinde duran şair pencereden babasını görüp karşılamaya çıkmak isterken, Mehsum dershaneye girdi. Öfkeyle konuşmaya başladı:
–Bize bir kez gün göstersen olmaz mıydı? Ne kadar büyük bir yürek sızısı bu! –Onun bir yerlerde derin bir yürek acısı çektiği yüzünden anlaşılıyordu. O bir şeylere öfkelenmiş konuşuyordu, -Bu yaşta birilerinin önünde el pençe durmak kolay iş mi? Çabuk ol, bu işleri toparla. Çocukları hemen gözden kaybet, başıma bela açmayın!..
–Ne oldu baba? Neye sitem ediyorsunuz, dedi şair babasının sözlerine şaşırarak.
–Toparla denince, toparla! Okul açacağım, çocuk okutacağım deyip başına çocuk toplayacağına tarlaya gidip çapa yapsan daha iyi. Çapa yapsan seninle hiç kimsenin ilgisi olmazdı.
Bu önemsiz iş mi, dedi şair memnuniyetsizliğini belli ederek, sekiz on çocuk gelip gidiyorsa ne olmuş?
–Sen böyle söylemekle valinin önüne dağ gibi büyüterek koyuyorsun, -Mehsum sesini biraz alçaltıp devam etti, attığın adıma dikkat edenler hayli çok olmalı. Öyle olmasa bu işi vali ne bilsin?…
–Vali duydu mu şimdi?
–Ben şimdi idareden geliyorum, dedi Mehsum tıpkı iğrenç bir yere gidip gelmiş gibi irkilip, -Evde yatarken idarenin polisi rüzgâr gibi gürleyerek gelip, beni önüne katıp sürüp götürdü. Ne bela oldu diye idareye varıncaya kadar yolda kurmadığım hayal kalmadı. Biliyorsun polis denenin kendinden fazla korkusu kötü. Beni götürüp idarenin salonuna oturttu. Bir iki saatten sonra vali gelip, beni görmesiyle tükürüklerini saçarak: Siz iyice sınırları aştınız. Yedi başınız mı var ki komutanın emrine, fermanına itaatsizlik ediyorsunuz. Duyduğuma göre oğlun Abdülhaluk mektep açmış diyorlar, hemen kapatın, yoksa baba oğul ikinizi de hapse atarım, diyerek bağırdı. Ben: “Olur, oğlum gerçekten öyle yapmışsa gidip mektebini dağıtırım” diye söz verip kurtuldum. Tamam mı, hemen bugün dağıtıp huzura kavuş!…
Abdülhaluk Uygur bu sözleri sakince dinliyor gibi görünse de, gazaptan tutuşan vücudunu kara ter basıyordu. Çocuklar sanki ürkmüş tavşan misali tir tir titriyor, sessizce oturuyorlardı. Mehsum onları kovmaya başladı:
–Gidin! Bundan sonra da gelmeyin, artık bu işi bırakıyoruz.
–Baba! –Dedi şair karşı çıkıp, bu kadar korkma, bunlardan ne kadar korkarsan tepene o kadar çıkarlar. Ben bu okulu kapatmayacağım. Bence bu büyük bir iş değil.
Buna mektep denmez, inanmazsa vali kendisi gelip incelesin. Akrabalarımızın sekiz on çocuğunun toplandığı küçücük işi okul açtı diye büyütüp bir şey derse, o zaman ben valiyle kendim konuşurum. Eğer hapse atarım derse kabul, hapiste de ben yatarım. Biz ne zamana kadar korkup sessizce yatacağız? Tavşan gibi korkuyla yüzyıl yaşamaktan, aslan gibi cesurca bir gün yaşamak daha değerli. Ben korkmuyorum!
–Yine çocukluk yapıyorsun oğlum, dedi Mehsum onun sözüne itiraz ederek, bu işi hafife alma. Yaşlı cyancün oyun oynanacak birisi değil. O, gönlü kara, öfkeli, eli kanlı bir adam. Eğer bu iş onun kulağına gidecek olursa, her türlü kötülükten geri kalmaz. Sen de görüyorsun, geçmiş yıllarda okulları mühürleyip öğretmenleri kovan, bunlardan Kemal Efendi’yi22 kafese koyup Han’a yollayan cyancün bu değil mi?
–Yok, baba ben işimden vazgeçmeyeceğim, dedi şair kat’i ve cesur bir tavırla, -vali kendisi gelsin, ben konuşacağım, bize şu kadarcık yol bile vermeyen bu dünyanın nasıl bu hale geldiği hakkında iki çift laf etmezsem öfkem dinmez!…
Baba oğul ikisinin ciddi konuşmalarının üstüne dışarıdan cisa23 çıkıp geldi. Onun arkasından Menlik Sofi, Haşim Derviş gibi kişiler de girdiler. Avluya girip gözlerini fal taşı gibi açarak sakallarını titreten cisa o yana bu yana bakarak tehditle:
–Neden rahat vermiyorsunuz? Okul dediğiniz hani, bir göreyim, dedi ve dershaneye girip, oturan çocukları görünce aklı başından gitti. Sizler ne yapıyorsunuz burada çocuklar? Yürüyün, gidin, buraya bir daha gelmeyin. Bir gün olsun benim rahat cisalık yapmama izin verin, diye tersleyerek çocukları СКАЧАТЬ
21
Kaştaşı: Süs eşyası olarak da kullanılan bir tür doğal taş.
22
Kemal Efendi: Türkiye’den Doğu Türkistan’a öğretmenlik yapmak için giden Ahmet Kemal İlkul.
23
Cisa: Bir bölge vaya köyün asayişini sağlamakla görevli yerli memur.