– Arkadaşım, babam duada oturup kalmış olmalı, böyle bir âdeti var. Yoksa şimdiye kadar gelmesi gerekirdi. Canın mı sıkıldı? dedi.
Bu son kısa cümlenin söylenişindeki samimiyet, sadece birbiri ile yakın arkadaş olan genç kızlarda olur. “Canın mı sıkıldı?” dediği sırada Zebi’nin yüzünü görmek gerekiyordu, bir elinde süpürge, bir eli dizinde, süpürge de yerden alınmış değil fakat başı yukarı kalkmış ve bütün varlığı Saltı’nın ihtiyarında! Gönül, arzu, sevgi, sevinç… Bunların hepsi Saltı’ya doğru uçuyor, ona doğru atılıyor, onu sarıp sarmalayıp, kucaklıyordu! Zebi’nin yüzündeki ay gibi parlak, güneş gibi aydınlık bu durum, maddî hakikatler kadar açık görünüyordu.
Arkadaşının bu samimiyetini Saltı da sadece gözü ile görmüyor, gönlü ile de hissediyordu. Bunun için o Zebi’nin sözüne karşılık vermek yerine, birden süpürgeye yapıştı. Kendi kendine süpürgeyi alıp biraz süpürürse, onun az önceki bu samimiyetine uygun bir karşılık vermiş olacağını düşündü. Zebi elindeki süpürgeyi verdi, lakin arkadaşı süpürmeye başladıktan sonra:
– Vay, bu da nesi! Bırakın, kendim süpürürüm! deyip yine süpürgeye yapıştı. Saltı vermedi, beriki almak istedi, Saltı kaçtı, bu kovaladı; böylece meydanı süpürmek yerine bu iki arkadaş bütün avluyu ayağa kaldırıp, bağırış çağırışlarla ortalığı birbirine kattılar…
Kendi evinin mezarlık kadar ıssız, hanekâh kadar sessiz, kendi gönlü kadar suskun olmasını isteyen Rezzak Sofi, bu kargaşanın üstüne çıkıp geldi!
Kapıdan girer girmez olanca sesiyle:
– Bu ne kıyamet! diye bağırması, iki genç kızı, yıldırım çarpmış bir ağaç gibi, oldukları yerde taş gibi dondurdu. Hâlbuki sofinin dindar hanımı Kurbanbibi de “yeter artık!” diyerek az bağırmamıştı. Eğer bu soğuk suratlı sofi gelmiş olmasaydı, bu iki genç kızın kış boyu biriken gönül dertleri böyle biraz da eğlenerek daha uzun süre devam edecekti. Zaten onların kendilerini unutacak derecede birbirleri ile bu şekilde oynaşmaları, o gam, keder yayının boşalması, sıkıntı selinin önündeki seti yıkıp, ileri doğru atılıp akması değil miydi? Böyle deliler gibi köpürüp taşmaları durdurmak için de elbette böyle deliler gibi haykırışlar ve yıldırım kadar kuvvetli darbeler gerekiyordu.
Rezzak Sofi’de öyle bir kuvvet fazlasıyla vardı. Bu adam, Ceditçi görünümlü bir hemşehrisinin dediği gibi, “görülmek üzere sergilenen antika mahlûklardan biriydi”. Anlattıklarına göre, onu ana karnından sağ salim doğurtan ve ilk defa kundaklayan yaşlı kadın, şakacılığı ve eğlence merakı ile kadınlar arasında meşhur olan Hemrâ anaymış. Balayı, kundakladıktan sonra henüz o kadar insan sıfatına benzemeyen yüzüne bakmış ve işte şu sözlerle sevmiş:
– Kurban olayım, misafir, kimden rencide olarak doğdunuz? Kim üzdü sizi? Anlatın! Gözünüzü açın artık! Aydınlık bir dünyaya geldiniz! Şükredin! Sevinin! Şöyle bir gülün! Gülümseyin! Tebessüm edin!
O sırada gülmeyen Rezzak Sofi ondan sonra da gülmedi. Gülme ile ağlama arasında büyük fark var. Gülme ile hiç gülmeksizin devamlı ciddi tavır sergileme arasında da birçok mesafe var. Bunun için Rezzak Sofi’nin gülmelerine gülme denilemezdi.
Gülmemenin imkânsız olduğu yerlerde o da gülüyordu fakat o gülüş, hasta bir adamın gülmesi gibi ağır, birtür soğuk şakalar gibi hüzün vericiydi, yalan ve samimiyetsiz gibi gönül kırıcı oluyordu. Bir gün Zebi’nin çok ciddi bir çehre ile:
– Babam gülmezmiş! dediğini duyunca, Kurbanbibi rahatsız olmuştu. Bu hakikati söylediği için kızından açıkça rahatsız olan Kurbanbibi, bu hakikati kendisi de içinden kaç defa tekrarlamıştı? Dil ile birinin kusurunu söylemek kolay fakat kendi diliyle kendi kusurunu söyleyenler ise çok az. Kurbanbibi her ne kadar söz söylemede marifetli bir kadın olsa da, onu bu azlar arasına dâhil etmek doğru olmaz.
Kurbanbibi söz söylemede ne kadar marifetli ise, Rezzak Sofi de o kadar suskun ve sesi çıkmayan, derdini içine atan, kıskanç bir adamdı. Dış dünyada yani kendi avlusundan dışarıda onun daimî ve yegâne vazifesi, kendisinden büyük ve güçlüler konuşurken “evet, evet” demek, kendisinden aşağı ve güçsüzler konuşurken “hayır, hayır”, manasında başını sallamak oluyordu. Evinde onun ağzından insanlar arasında kabul gören güzel, manalı ve “fikir” sayılabilecek bir söz çıkmazdı. Genel olarak, Sofi’nin bu hususta kendine göre esaslı bir düşüncesi vardı: O kendisi övünerek söylediği gibi, kadınların yanında ağzını açıp konuşmayı kendisine reva görmüyordu. “Bu dil, diyordu Sofi, daima Tanrı’nın zikri ile meşgul olmalı. Bu ağız, her zaman Tanrı’nın zikrine açılır. Ağız ile dil, kulun bedeninde en aziz ve en mübarek organlardır. Onları kadın kısmı gibi aşağı derecede bir mahlûkun yanında konuşmak suretiyle aşağılamak olur mu? Aksi hâlde, Hak teâlânın kulları it ile de konuşsun! Hayır, kadın kısmına çok gerekli olan söz söylenir, o taife ile sadece zaruret sebebiyle konuşulur. Vesselam!”
Özbek’te nihayet her erkek kendi hanımını, kendi helalini, kızı veya oğlunun adı ile çağırır. Kendi hanımını ismini söyleyerek çağırmak olmaz. Hanımının ismi Meryem, kızının ismi Hatice olsa, mümin-Müslüman, hayâ sebebiyle hanımını “Hatice” diye çağırır. Birçok anne ve çocuk beraber “evet!” der. Bunun üzerine ailenin hakiki sahibi olan baba, “büyüğünü çağırıyorum, büyüğünü!” der. Hatta o zaman bile “Meryem’i”, demez.
Bizim Sofi, mümin-Müslümanın bu örfüne de riayet etmez, o kendi helali Kurbanbibi’yi her zaman “fitne” diye çağırır. Mesela “Fitne, sarığımı ver!”, “Fitne, kız geberesice haydi!”, “Fitne, parayı uzat!”
Kurbanbibi, Sofi’nin nazarında cehaletinden mi veya kendisinin yaratılış hamurunda bu şey var mı, her türlü fitnelikten yani hileden uzak değildir. Kocasının kadınların yanında konuşmamasından o kadar rahatsız olmasa da, lakin kendi helal hanımı yanında konuşmamasına çok üzülüyor ve bu üzüntü sebebiyle hile yoluyla Sofi’yi konuşturuyordu; bazen de dilini keskinleştirerek konuşuyordu. Bunun için Sofi’yi öfkelendirecek değil, onu biraz rahatsız edecek bir söz söylerdi. İşte o zaman kadın kısmı yanında ağız açıp konuşmayı Sofi’den görün! Vay vay vay!
– İşan7 dedem sizin yüzünüzden üzülüyorlarmış, dedi bir gün Kurbanbibi Sofi’ye.
Sofi’nin taş gibi katı ve eşya gibi hareketsiz olan yüzü birdenbire birbirinden farklı değişiklik ve hareketlere uğrayıp, allak bullak oldu:
– Ne dedin, fitne? Niye üzülüyorlarmış?
– Adadığı kâkülünü kestirmeye gelen bir balaya yaltaklık ediyorsunuz…
Bu kâfi! Artık bizim Sofi söz söylemede usta bir hatibe dönüşür.
– Aşk iki türlü olur, fitne. Anlamadan konuşma! Aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikî…
СКАЧАТЬ
7
İşan: Dinî çevrelerde sözü dinlenen muteber kişi, din adamı veya tarikat piri.