– Ben isteyerek gelmiş olsam da… ayağımdan bağlayıp, bir esir gibi alıp getirdiler. Doğduğumda, gençliğimde hasta olup, ölüp gitmediğime pişman olarak geldim.
– Biliyorum, kurban olduğum, biliyorum… O tarafını sorarsanız, bu kadın taifesinin çoğu ana-babasının zoru ile kocaya gidiyor. Öyle olsa bile siz benim üstüme bir kuma olarak geldiniz…
– Gelmeseydim de ölseydim ben! Size kuma olarak kaç yıl, kaç ayım rahat ve huzurlu geçti? Siz ise beş-altı yıl rahat yüzü görmüşsünüz, içinizde ukdeniz yok… Ben zavallı, bir yıl bile gün görmedim… Bir gecenin içinde düğün sesi çıktı ve ertesi gün akşam namazı vakti Sultanhan çıkıp geldi… Benim ölmem daha iyi değil mi bu günümden? Babam ölesice, bunun malına mülküne, zenginliğine heves etti, “buz” gibi donup kaldı. Bu zenginliklerden ona ne fayda?..
– Devleti kurusun, devleti!.. Anahan’ın yengesini kıskanıyorum… Devlet eseri yok. Hayatları maddî olarak zorluklar içinde geçiyor. Kuzu gibi iki balası var. Kocası daima yanında… Kuma derdi yok…
– Nesini anlatıyorsunuz…
İkisi de sessiz kaldılar. Biraz sonra söze yine Paşşahan başladı:
– Ben tahammül edemiyorum asla, ben dayanamıyorum! Ben asla dayanamıyorum bu derde!
Sonra şaşkın vaziyette etrafına bakındı ve sofra üstünden kumasına doğru eğilerek konuşmasını sürdürdü:
– Yine birisini alıp, işte şu ölesiceyi kapkara kan ağlatsam… Kibir ve havasını kırsam… Elden ayaktan düşürsem… Telâşını bastırsam… Ondan sonra sizin sofranızı serip, elinize su verip, kızınızın çeyizini beraber dikip, her hizmetinizi görürdüm! İster inanın, ister inanmayın!..
– Şimdi siz dertlisiniz, yalan söylemiyorsunuz…
Kumalık alevleri zaten sönmüş bulunan bu çocuklu kadına dünkü düşmanın bugünkü güzel konuşmaları tatlı geldi. Sultanhan’ın üstüne yine birisi daha gelecek olursa, yani dördüncüsü olacak ve kumalık derdi biraz daha uzaklaşacaktı. Bunu düşünüp, Hadiçehan dünkü kumasının bugün yardım isteyerek uzattığı elini kabul etmeye hayır demiyordu. Fakat Paşşahan’ın yine de açıkça ve daha anlaşılır şekilde konuşmasını, doğrudan doğruya birlik olma teklifinde bulunmasını bekliyordu. Kuması bekletmedi:
– Ses iki elden çıkarmş! İkimiz bir olursak, Sultan’ı aldatırız. Ondan sonra kumalık derdi, sizden iki basamak, benden bir basamak uzaklaşır. İkimiz de rahata kavuşup, birbirimizi kardeş gibi görürüz. Bu devleti, ne kadar gerekirse, kendi elimize alıp, ortada eşit olarak görüşürüz. Gençliğimiz rüzgâra savrulup gitti. Artık devletten bir şey alalım. Yaşlılığımızda lazım olur.
Hadiçehan’ın beklediği sözler bunlardı. Zaten o sözler onun kendi gönlünde yatan sözlerin aynısı değil miydi?. Kendisi yalnız kaldığı zamanlarda daima bu konu üzerinde düşünüp, bu tür dileklerde bulunmuyor muydu? Yani bugün iki kumanın yüreği aynı şekilde çarpıyordu! İki kuma bugün birbirlerini anlayıp, birbirlerine el uzattılar! Bundan güzel ne olabilirdi? Bir kişinin yapamadığı işi, iki kişi yapabilir. İki kişinin yapamadığını üç kişi yapar. Mesele, o üç kişinin birbirine el uzatıp, fikir birliği etmelerinde!
– Eğer doğru yaparsanız, o ahlâksız da yok demez!
Düşünelim, öyleyse… – dedi Hadiçehan.
Kuması birden yerinden kalkıp, onun yanına geçti ve tıpkı candan yakın arkadaşlar gibi, elini omuzuna atıp, yanaklarından öptü. Bu öpüş, riyakâr ve aldatıcı öpüşlerden değildi. Bilâkis gerçek ve samimi idi. Bu sırada Paşşahan’ın bütün vücudunu kumalık ateşi sarmış, gözleri bu ateşin alevleri ile parlayarak yanmakta, yüzü onun harareti ile kıpkızıl bir kor hâlini almıştı…
Bu sarılış ve öpüşlerle kendisinin samimiyetini bildirdikten sonra Paşşahan sıçrayarak yerinden kalktı, gidip kapı ve pencerelere bakıp geldi ve devam etti:
– Düşünmeye ne gerek var? Dünyanın en güzel kızı kendi ayağıyla köyümüze geldi… O kızı misafir olarak çağırırsak… tamam!
– Siz kimi kastediyorsunuz?
– Anahan’ın şehirli misafirlerinden Zebihan denilen türkücüyü…
Hadiçehan kabul eder gibi yapıp kumasına baktı ve sözüne devam etti:
– Bulmuşsunuz ha!.. Aklınıza hayranım! O kızın tarifini ben de duydum. Tam bir belâ imiş…
– Böyle olduktan sonra bizim işimiz daha da kolaylaşır. O kızı kocanıza methederek anlatacaklar olanlar herhâlde bizden çok olur. Benimle Sultan’ı methedip anlatanlar, böyle bir kızı anlatmaz mı sanıyorsunuz?
Dışarıdan homurtulu bir ses işitildi. Çardakta yatan Fazilet yerinden kalkmış geliyordu. İkisi de bu sohbeti burada kesip, ufak tefek ev işleriyle ilgili konuşmaya başladılar.
Biraz sonra elini yüzünü yıkamış olarak Fazilet içeri girdi. O eşiğe adım atar atmaz, annesi:
– Elini yüzünü yıkadın mı? – diye sordu.
– Evet! – dedi kız.
– Öyleyse, ocakta küçük çaydanlıkda çay var, alıp gel.
Kahvaltını et!
Kız çayı getirip, sofraya oturur oturmaz, söze başladı:
– Gece yorulduğum için gelince uyuyup kalmışım.
Yoksa sizleri uyandırıp, gördüklerimi anlatırdım.
– Neler gördün? – diye sordu annesi.
– Haydi, anlat bakalım, – dedi Paşşahan.
– Nesini anlatacaksınız! Zebihan adlı bir türkücü gelmiş, sesini duysanız, mest olursunuz!
Bunların ikisi birbirlerine bakıp, bıyık altından güldüler.
– Başka kimleri gördün?
– Zebihan ile gelen diğer kızlar da biribirinden güzel, biribirinden iyi, biribirinden serbest, biribirinden neşeli… Annesi hafiften güldü ve duyulur duyulmaz bir sesle:
– Merdiveni daha da ileriye uzatsak olurmuş! – dedi.
– Ne diyorsun, anne? – diye sordu kız.
– Hiç, – dedi annesi. – Kendimce bir şey mırıldandım.
Sen duyma…
Bu sözü ortanca hanım anlamış ve memnun bir tebessüm ile karşılık vermişti.
– Ziyafet nasıl oldu? – diye sordu annesi.
– Evet, СКАЧАТЬ