– Nasıl olacak bu iş? Çok çirkin olacak. Bütün köye söz yayıldı… Bu kumalarım, yaymadan bırakırlar mı? Başka bir çaresini bulsaydık iyi olurdu.
Gelin Ömrinisabibi’nin gözlerine biraz dikilerek baktıktan sonra:
– Bu sırada annem rahatsızlanıp çağırtırsa, üzülmezdim! – dedi.
– Öyleyse, annenizi hasta edelim. O sizi acele çağırtmış olsun. Siz özür dileyip, gidersiniz… Şu şehirli kızlar gidinceye kadar annenizin yanında durmanız daha iyi.
– Bunu nasıl yapacağız?
– Bu kolay. Ben şimdi örtümü örtünüp, sizin eve gidiyorum. Bütün her şeyi annenize anlatıp, çabucak dönerim. Akşam üzeri de ben kendim gidip, Anahan’a anlatırım.
Bu fikir gelinin çok hoşuna gitmişti. Ömrinisabibi’nin gözlerinden öptü:
– Bu iyiliğinizi bir ömür unutmayacağım, teyze, – dedi.
– Kızınızı, Tanrı nasip ederse, düğününü yapıp ben kendim evlendireceğim! Siz hemen gidin! İşte, bakır tabakta ekmek, çini tabakta kuru üzüm var, ekmekten, üzümden alıp, hemen yola düşün! Tez olun, can teyze!
Ömrinisabibi sıçrayarak yerinden kalktı, ekmekle kuru üzümün hepsini başörtüsüne sarıp, evden çıktı. Onun evden çıkıp, kendi avlusuna doğru gitmekte olduğunu gelin kapının önünden gözleriyle takip etti.
Dışarıdaki kumalardan biri Ömrinisabibi’den ne yaptığını sormak isteyerek, küçük kapıyı açıp, bir ayağını avluya atarken, yüksek sesle:
– Sultanhan yarın misafir davet ediyormuş, ona bakmak için çıkmıştım! – dedi.
Bu yüksek ve keskin ses Sultanhan’ın çok hoşuna gidiyordu…
Türkü söyleyen kızın kendi evlerine misafir olarak geleceğini duyduğundan beri Binbaşı’nın ortanca hanımı Paşşahan çok memnundu. Fakat kocasının şehre gidip, hiç habersiz kaybolmasına da üzülüyordu. Şehirde olmak yerine keşke burada olsaydı… Bir bahaneyle şehirli kızın sesini ona dinletmek istiyor ve bu suretle kuma üstüne bir kuma daha getirmenin zor olmayacağını iyi biliyordu. Kocasının kadınlara olan düşkünlüğü ise sadece ona değil, bütün dünyaya malûmdu. Zebi’yi bir şekilde Binbaşı’ya almak konusunda kendisinin önceki düşmanı, yani büyük kuması Hadiçehan ile ittifak etmekten de geri durmazdı. Bunun için olsa gerek, bugünkü kahvaltıyı onun odasında yaptı, en mahrem sırlarını anlatarak, onu kendine meylettirmeye çalıştı.
– Kocanızdan bu zamana kadar bir haber yok mu? – dedi gülerek.
– Evet, kocanız şehirde kaldı. Bilmiyorum, yine birisine nazarı mı düştü acaba?
– Nazarı kurusun onun? Ha deyinceye kadar çıkıp geliverir…
– Sizin-bizim gelmesin dememizle gelmez olur mu?
Tanrı, onu gelsin diye yaratmış olmalı.
– Yüce Tanrı bu erkekleri bu kadar kayırıp kolluyormuş…
– Kendimizden örnek verelim… Aramızda erkeği iyi görmeyen kim var?.. Ekmekten alın! Reçele doğru oturursanız…
– Ekmek ile reçel her gün var. Başka dertlerden bahsedelim.
– Ekmek ile reçel herkeste yok. Bu da olanda var. Şükretmemiz gerek…
– Bin defa şükür… Kendi başınızdan geçti, biliyorsunuz, gönlümü tırmalayan bir şey var…
– Benim gönlüm parça parça oldu, bitti kurban olduğum… Gönlümdeki alevin kupkuru külü kaldı sadece. Şimdi Tanrı’nın takdiri ile benim günlerim sizin başınıza geliyor. İnsaflı olmak gerekirse, kurban olduğum, bu günü Tanrı hiçbir kulunun başına getirmesin. Ekmekten alınız…
Paşşahan kendi kumasının bu sözlerindeki acı kinayeleri, doğrudan kendi bağrına gelip saplanan bir mızrak gibi hissediyordu. Hakikaten bir zaman kendisi bu biçare hanımın üstüne kuma olarak gelerek onun yüreğini yaralamış, onu kıskançlık ve haset alevlerinde yakıp kavurmuştu. O zaman kendisi bir güldü, açıldı, mutlu oldu, gururlanıp, herkese tepeden baktı… Hadiçehan ise ezildi, yandı kavruldu, horlanıp hakir görülüp acı acı ağladı. Fakat kendi alnına da kuma yazısı yazıldı. Bütün gururu kırıldı, gururu ayaklar altına alındı, sevinci söndü, yüzü soldu, dudakları hazan rengine boyandı, ümitleri kesildi, ayakları zorlanarak sürüklenip ağlanacak hâle geldi. Sultanhan geldiğinden beri onun dudakları iki dişi arasından çıkmıyor, gözleri en küçük bir şeyde hemen yaşarıyor, göğsünde sanki devlerin taşıdığı ağır taşlardan biri yatıyordu… Doğrusu karnı tok, üstü başı yerinde, kat kat elbise, ağır iş yok… Lakin yanında başka bir yıldız parlayıp, gözlerini kamaştırdıktan sonra bu devletlerden ne fayda?
Hadiçehan’ın bu haklı kinayelerinden sonra çöken ağır sessizlik içinde ağızlar kuru ekmeği şapırtıyla çiğnerken, Paşşahan bunları düşünüyordu. Bugün kendisinin eski düşmanı karşısında onun haklı olduğunu itiraf etmek, elbette kolay değildi. Fakat öbürü, yani küçük kuma, binbaşının gümüş kemerindeki en güzel nakış hâlinde yanıp parlarken, bu zararsız kumanın haklılığını itiraf ederek onun kırık gönlünü hoş etmek ve böylece onu kendi tarafına çekmek suretiyle şimdi kendilerine ani şekilde kuma olan küçük hanıma karşı savaş açmak lazımdı. Boşalan piyaleyi uzatırken:
– Söylediğiniz doğru, – dedi Paşşahan, – söylediğiniz sözler acı da olsa, doğru. Bu konu hakkında ben size hiçbir şey diyemiyorum, bilhassa ben geldiğim sırada siz çocukluydunuz… Biliyorum.
Kumasının elinden soğumuş bir piyale çayı aldı ve birbiri peşi sıra iki-üç yudumda boşalan piyaleyi yine geri verdi. Sonra devam etti:
– O tarafını düşününce, ne sizde bir kusur var, ne de bende. Hangi birimiz bu adamla kendimiz isteyerek evlendik? Hepimizi ana-babalarımız bize sormadan evlendirdi. Bizim göz yaşlarımıza kim aldırdı, dersiniz?
Burada Hadiçehan itiraz etti:
– Hayır, öyle demeyin. Ben kendim isteyerek evlendim. O sırada damadınız gençti, bu kadar büyük bir makam sahibi de değildi, nihayet bir muhtardı. Birinci hanımından bala olmamış, iki-üç yıl beraber ömür sürdükten sonra hanımı ölmüş. Beni aldığı sırada, “Sen göz açıp gördüğümsün”, derdi… Benim şikâyet edecek hiçbir şeyim yoktu. Talihimden de şikâyetçi değildim. Bu arada işte bu Fazilet doğdu. Bala dediğin ana-babayı birbirine bağlıyor… Fazilet doğduktan sonra ben hayatımdan çok memnundum. İşte o sıralarda annem öldü. Babam da hacca gidip, orada kaldı. Bunca musibeti hiç sıkıntı çekmeden geçirdim. Çünkü evimden memnundum…
Söz buraya gelince, Hadiçehan’ın gözleri yaşardı, çiçek desenli elbisesinin uzun yeni ile gözlerini sildi. Sonra yaşlı gözleriyle dışarıdaki çardakta açık yatan ve başına güneş gelen Fazilet’e СКАЧАТЬ