–Sarmanay’ın hanımı!
İşte bundan başka Küsiye Hanım’ın cemiyette çağrılan başka adı yok, yakından tanıyanlar hatta onun Kevseriya denilen gerçek ismini de cismine denk gelsin diye Küsiye5 olarak değiştirivermişler. Doğrusunu söylemek gerekirse, Küsiye Hanım’ın kendisi “Sarmanay’ın hanımı” diye bilinen isimle, hindi gibi, dünyaya sığmaksızın böbürlenip durur. Böbürlenmemek de olmaz, çünkü onun kocası yüksek saygınlıkta biri, ilim sahibi ve en önemlisi parayı Küsiye Hanım’a çok miktarda alıp getirir. E böyle kocanın her kadına da “nasip olmadığını” Küsiye Hanım pek iyi bilir!
Aslında hiç sözümüz yok, tamam, iyi adamın sadakatli hanımı olarak yaşayıversin, bir eli yağda bir eli balda olsun, bu bizim ahlakımıza da kanunumuza da sığan bir şey. Ancak bütün bela şunda ki, o – yani Küsiye Hanım durduk yere bir kötü hastalığa maruz kaldı. Belki, küçük yaştan ta şimdiye o hastalığın mayası oluşmuştur, ama son yıllarda iş yokluğundan, para çokluğundan olsa gerek kötü hastalık onun bütün kanına yayıldı. Hastalığın Latince adı neyse ne, bizim dilde basitçe söylendiğinde – açgözlülük. Açgözlülüğün özellikli belirtileri – doyumsuzluk (Bunu yemek içmek ile ilişkilendirmek uygun olmaz, genel olarak mala doyumsuzluk ile ilişkili söze denk gelir.), cimrilik, kıskançlık, korkaklık, arsızlık ve nihayet başını aşmış bencillik.
Bu belirtilerin bazısı Küsiye Hanım’da üstünlük ele geçirmiştir, ama hepsini birlikte toplayınca, demin bahsedilen açgözlülük denen şeyin Küsiye Hanım’ın yüzünde klasik örneğini görürüz. Tam bir fare gibi o: Sağına soluna bakınıp, burnunu uzatarak daima koklayıp durur ve ne görürse, ne bulursa onu yuvasına taşır. Nedense ona günlerden bir gün dükkanlardaki bütün her şey bitiverecek gibi gelir. Ara ara o, kocasının kulağına “ Tükenmeden önce almak gerek.”, “Denk geldikçe alıvermeli.”, “Yedeksiz kalmayalım.” diye üsteleyip durur. Ve, doğrusunu söylemek gerekirse, yedek toplamakta Küsiye Hanım şaşılacak derecede beceri gösterir. Meyve zamanında bulunmaz diye o daha kıştan tenekelerce şekerini taşır. Bir yemekhanenin yıllık ihtiyacına yetecek kadar karabiber toplar. Unu söylemiyorum bile, hususi sandık alarak onu üç kiloluk çuvallarla istifleyip doldurur. Yağ, bulgur, makarnaları taşıyıp durdukça ise, onun sadece kileri değil, dolabının üstleri, karyolasının altları da dolar. Burası dikkate değer yine, o azığı tam bir gerçek fare gibi, dükkanın arka yollarından taşımayı sever; bunun için kendini adeti olduğu üzere “falan kişinin arkadaşı” diye tanıtır ve müdürlerin pek derinde yatan yüreklerini de titretmeye mecbur edecek derecede çokça yağlayıp ballayarak gülümseyiverir.
Ancak bu azık taşımanın Küsiye Hanım’a çokça rahatsızlık veren iki “belası” var: Birincisi, onun beklediği kadar dünyada yiyecek yetişmez, ikincisi, birikmiş yiyeceği ömür boyunca saklamak olmaz. İlk önce yenir (Ne zavallı!), yenilmezse – bozulur. Un çürür, yağ kokuşur, karabiber kıyafete siner (Muhterem eşi, işin sırrını anlamadan hapşırıp durmaya başlar.). Üstelik tahta kutuların sandıkların etrafına dört ayaklı fareler de dadanır.
İşte giyim kuşam – başka mesele! Naftalini bolca serpiverince saklanır. Onun için Küsiye Hanım boston gibi pahalı kumaşı, paltoluk güzel drapı, nadir rastlanan gerçek yünü, kapronu, naylonu, ipeği pusuda bekler durur. Denk geldi mi, vurguncu gibi zorbalıkla alır. Artık ele geçiriverince de, hayatında büyük bir fedakarlık yapmış gibi, tanıdıklarına övünmesi bitmez. Aynı zamanda Küsiye Hanım, kocasından gizli karaborsacılık ile de meşgul olur… dersek daha sert olur, yumuşatarak söylendiğinde dükkan ile bir şeylere ihtiyacı olan insanlar arasında aracılık rolünü yapmayı da sever; yani şu veya bu şeyi, görünüşünü ya da süsünü sevmemiş olarak, biraz kazanç ile başka birisine yamayıverir. Ne dersin böyle becerikli kadına!
Küsiye Hanım’ın bir şeyler taşımaya bu kadar hırslanmasını cömertlikten, paranın değerini bilmemesinden diye düşünmeyin yine. Para onun soluyup durduğu havası. Nereden nasıl yapıp edip bir kuruş koparmak için, kimin olursa olsun hakkını yemek için o her türlü utanma arlanmayı bir kenara silkip atar. Mesela, terzi kadına elbise diktirir. Parasını ödeyeceği zaman yaklaşınca, “Falan terzi tam da bunun gibi elbise için falancadan şu kadarcık almış.” diyerek bir şekilde önceden söz verdiği ücreti vermemeye çalışır. Şayet o kendi Klara’sını ve onunla birlikte oynayan komşu kızını yanına alarak şehir parkına çıkarsa, dondurmayı sadece kendi kızına alıp verir, yine de diğer kızcağızın önünde kendisini aklamak ister gibi kağıt paraları hışırdatır: “Başka bozuk param kalmamış.” diyerek keçi kafası sığacak büyüklükteki cüzdanını çat diye kapatıverir.
Küsiye Hanım’ın hayattaki amacı son derece açık ve basit: O pek çok, pek çok parası olan biriydi; güzel giyinip, öteberi toplayıp, bütün arkadaş çevresi, eş dostlarını şaşırtarak yaşardı. Bundan ötürü de onun hayal ettiklerinin hepsi parayla ilişkilidir.
İşte böyle bir kadın o Küsiye Hanım. İnanasınız gelmiyor mu? Bizim hayatımıza böyle tuhaf biri nasıl gelsin, olmaz bu mu diyorsunuz? Ama olurmuş, pek nadir olsa da denk gelirmiş.
Belki, kocası nasıl bakıyor dersiniz? Merak etmeyin, bazı mevki sahibi adamlar tam da işte böyle Küsiye Hanım gibi kadınları kendileri için en uygun hayat “arkadaşı” olarak tercih ederler. Güya, onun gibi biri, kendisi çok büyük iş adamı olduğu için geçim meseleleri ile uğraşarak küçülmez, onun için evde sakin bir hal meydana getirilmiş olsun. Nasıl yapılır o – bunda onun bir işi yok. Zaman zaman hanımının ahlaka sığmayan eğri taraflarını görse de, görmezlikten gelir. Ancak o görmese, insanlar görür. Küsiye Hanım’ın bütün derdi şu ki; o kendisinin asıl durumunu anlamaz, mevki sahibi adamın karısı olunca, varlığa kıyafetlere büründükçe, hakiki insan olmak için bunlar yeterli diye düşünür. Oysa hakiki insanı bizde fareye benzetmezler.
İKİ BACANAK HAKKINDA HİKÂYE
İki bacanak tedarik dairesinde görev yaparlar. Büyük bacanak kıdemli işte, mesela, tedarik dairesinin başında durur; küçük bacanak daha küçük işte, mesela, tedarik deposunun içinde durur. Büyük bacanak, küçük bacanağın pek otoriteli müdürü, küçük bacanak ise büyük bacanağın çok güvenilir çalışanı.
Büyük bacanak iri gövdeli, kırmızı yüzlü, yumruk burunlu, heybetli bir insan; küçük bacanak kısa boylu, gencecik olduğu halde yusyuvarlak göbek büyütmüş ve tam da büyük bacanağınki gibi ustura bilenecek kadar pürüzsüz parlak suratlı bir delikanlı. Büyük bacanak yazın şapkayla, kışın geyik kürkünden börkle; küçük bacanak ise yazın Özbek başlığıyla, kışın üst kısmı derili karakül börküyle gezer. Büyük bacanak şehrin sakin bir caddesinde kendi evinde yaşar ve çoban köpeği besler; küçük bacanak şimdiye kadar hala birinin yanında, bir odada yaşar ve Buhara kedisi bakar. Ancak küçük bacanağın da bütün hayali daha sakin yerden kendine ev satın almak. Eğer Allah kaza bela vermezse ve büyük bacanak sağ olursa, bu hayaline o şüphesiz ki bir gün erişecek.
Büyük bacanağın içkisi sigarası yok, restoranlara girip çıkmaz, sadece kendi evinde bal rakısı içerek soğuk kaz eti yer durur. Küçük bacanak da sigara içmez, sigara yerine karamela yer, ama bir süredir evlenmiş olduğu için misafirliğe gitmeyi sever. O küçük garmundaСКАЧАТЬ
5
Tat. küsě “fare” anlamına gelmektedir.