Название: Dar Sokakta Ayak Sesleri
Автор: Emin Göncüoğlu
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6862-88-3
isbn:
Üstümüzden geçip piste doğru alçalan dev bir uçağın açılmış tekerleri ve gövdesinin alttan görünüşünü hayretle seyrettim. Atatürk Havalimanı İç Hatlar Terminali kapısında bizi karşılayan şirket sorumlusu, kısa bir hoş geldin konuşmasından sonra geziye ilişkin bilgiler verdi. Bilet ve bagaj işlemlerini halledip kontrol noktalarından geçtikten sonra, otobüse bindik, bizi Urfa’ya götürecek uçağın yanına gitmek için.
Havaalanı pisti, zannettiğimden daha büyüktü ve etrafta değişik hava yollarına ait bir sürü uçak vardı. Az önce kalkış yapan British Airways Havayollarına ait büyük uçağın şiddetli bir gürültüyle gökyüzüne doğru yükselişini tedirgin bir ruh hâliyle seyrettim. Teknoloji bir yanıyla hayatımızı kolaylaştırıcı olmakla birlikte bir yanıyla da ürkütücüydü.
Uçağa yolcu götüren otobüs, bizi motorları çalışan uçağın yanında bıraktı ve geri döndü. Bagajımı görevliye gösterdikten sonra uçağa binmek için metal merdivene tırmanırken dizlerim titriyordu ve bizi kapıda güler yüzle karşılayan hostes bile sakinleşmemi sağlayamadı.
Önümde az önce bahsettiğin uzun boylu, kızıl saçlı kadınla, yanındaki adam vardı. Kadın beyaz kundurasının ucuyla basamaklara özenle basarak çıkmıştı merdiveni.
Motorlardan uçağın içine yayılan uğultu, bulunduğum mekânı daha ürkütücü hâle getiriyordu. Geziye katılanlarla diğer yolcular birbirine karışmışlardı. Nemli ama insanı sıkmayan serin bir hava olmasına rağmen beni sıkıntı basmıştı. Üstteki dolaplara el bagajlarını yerleştirenler, ortadaki koridorun tıkanmasına sebep oluyorlardı. Uçağın küçük penceresinden diğer uçakları ve onların gerisindeki binaları görebiliyordum. Cana yakın hostesler herkes gibi yerimi bulmamda bana da yardımcı oldular. Cam kenarında oturacaktım.
Saat tam yedi buçukta uçağımız havalanacağı uzun piste doğru ilerlerken yüreğimdeki çarpıntı daha da artmıştı. İstanbul’u, Marmara Denizi’ni ve kıyılarını yukarıdan seyretmek inanılmaz bir duyguydu fakat uçağın her an düşebileceği ihtimali hiç zihnimden çıkmıyordu. Gözlerimi kapattım, başımı geriye yaslayıp sakinleşmeye çalıştım. Sonra yaşamın nasıl bir şey olduğunu düşünmeye başladım.
Hayat sırlarla doluydu ve hemen hemen anlaşılması imkânsız bir şeydi. Zaman zaman onu kavramak için gösterdiğim çabaların çoğu zihnimde cevabı olmayan binlerce sorunun birikmesinden başka bir işe yaramıyordu ve yeterince şeyi anlatmıyordu. Belki de daha çok bilgiye ihtiyaç vardı ve maalesef bu bilgi elimde yoktu veya -varsa- böyle bir bilgiye nasıl ulaşılacağını bilemiyordum. Düşündüklerimin, gördüklerimin ötesinde bir şeyler olmalıydı… Varlığını bildiğimiz fakat nasıl olduklarını anlayamadığımız, büyüklüklerini kavrayamadığımız çok uzaktaki galaksiler gibi…
Yaşamın, zihnimizde anlamlandırdığımız şeylerin ötesinde bir anlamı olmalıydı. Yoksa neden vardık ve iyi ile kötüden neden farklı şekilde etkileniyorduk? Bizim için iyiyi kötüden ayıran şey neydi? Uçaktaki en ufak titremeyi acımasızca hissediyordum. Vardık, yaşıyorduk ve ölmekten korkuyorduk. Her insan gibi seviniyor, üzülüyor, çiftleşme isteği duyuyorduk, bazen iyi bazen kötü oluyorduk. Mikroplu su içince bağırsak enfeksiyonu geçiriyorduk. Akşama doğru yorulup acıkıyorduk. Fakat bunların hepsi ne anlama geliyordu?
Neden özellikle, yoksul bir çocuk, hayatın hoyratlığı karşısında savunmasız kalan bir genç kız, çaresiz bir kadın, işsiz bir baba görünce üzülüyordum? Üzülmek için vicdanımı harekete geçiren aklımın gerekçesi neydi? Yeterince yanıtım yoktu ve zaman zaman bunun mutsuzluğunu yaşıyordum!
Vicdanımız, içimizi kanatan durumlar karşısında neden eziyet çekiyordu?
İyi olmak veya iyilik yapmak için önemli bir nedenimiz var mıydı? Varsa bu neydi? İyilik yapma isteğimizin en altında yatan sebep, yüce yaratıcıya biz farkında olmadan olan inancımız mıydı? Bütün bu zor kavramların ve soruların içinden çıkabilecek durumda değildim ve yüce bir değere, yüce bir yaratıcıya inanıp inanmama meselesi çözülememiş önemli bir problem olarak ve içimi acıtarak varlığını devamlı hissettirerek duruyordu zihnimin en karanlık ve en derin köşesinde.
Annemin ve babamın bir şeye inanıp inanmadıklarını hâlâ biliyor değilim; sanki sakıncalı bir şeymiş gibi hiç konuşmamışlardı bu konuyu yanımda! Veya bir şeye inandıklarını gösteren herhangi bir davranışlarına da şahit olmamıştım. Onlar birbirinin tekrarı günlerini yaşayıp sürdürürken illa bunu dayandırabilecekleri yüce bir değerin olması gerektiğini belki düşünmüşlerdi veya düşünüyorlardı ama bunu belli edecek davranışlarda hiç bulunmuyorlardı. Böyle bir konu yokmuş gibi yaşayıp hareket ediyorlardı. Sanki inançlı veya inançsız olmak, onların değil, başkalarının hayatını ilgilendiren veya aklını meşgul eden sorunlarmış gibi kayıtsız davranıyorlardı.
Benden kaymakam ya da vali olmamı istemişlerdi ama inançlı mı inançsız mı olmam gerektiği konusunda konuşmaya hiç zaman ayırmamışlardı… Veya belki de tahmin ettiğim gibi ne kendilerine ne de bana söyleyecekleri önemli bir sözleri yoktu herhâlde. Fakat bu, düşünen bir canlı için ızdırap verici bir durumdu.
Oysa iyi veya kötü olmamız, sadece bizi ve karşımızda bu durumdan olumlu ve olumsuz yönde etkilenen diğer insanları mı ilgilendiriyordu? Hepsi bu kadar mıydı? Hayatımız için büyük saydığımız uğraşlarımız, aklımıza sığdırmakta güçlük çektiğimiz evrenin sınırsızlığı karşısında ne ifade ediyordu? Hayatımızın, günlük çabalarımızın ötesinde bir anlamı var mıydı ve varsa bu tam olarak neydi? Bu sorulara verilmiş sizi ikna edecek yeterince yanıtınız yoksa benim gibi, ruhunuzda bir şeylerin eksikliğini duyar üzülürsünüz herhâlde… Evet, sanırım üzülürsünüz; çünkü ben bazı zamanlarda bu konuyu düşününce çok üzülüyorum! Sırtımı güvenle dayayabileceğim sağlam bir duvar arıyorum ama bulamıyorum; yoksa bu hâliyle hayat çok saçma ve katlanılması çok güç… Şimdilik bu hâlden kurtulamamanın acısını ve eksikliğini içimde duyarak insanları seyrediyorum. Onlardan kiminin yüzündeki ürkek ifade aslında ne kadar zavallı olduğumuzu anlatmaya yetiyordu. Kulağımda uçağın gürültüsü, zihnimde bu düşüncelerle Urfa Havaalanına bir an önce sağ salim inmeyi sabırsızlıkla bekliyordum.
Kasılmaktan her tarafım ağrıyordu. Emniyet kemerimi çözmemiştim; hâlâ bağlı duruyordu. Öylece gözlerim kapalı beklemekten sıkılınca tavanı seyretmeye başladım. Hostesin yaptığı yiyecek ve içecek ikramını geri çevirdim. Pencereden dışarıya bakmamak için perdeyi çekerken gözüm beyaz bulutlara ilişince titredim.
Yanımda oturan, saçları tepesinde bir hayli seyrekleşmiş, şişman, kırk yaşlarında gösteren adam, hostesin kendisine uzattığı kutunun içindeki yiyecekleri afiyetle yedi, meyve suyunu içti, yetmemiş olacak ki bir de maden suyu isteyip hafifçe geğirdi. Benim gibi biraz etrafı seyrettikten sonra horlamaya başlayınca uyuduğunu anladım.
Şişman, etli başı sol omzuna düşmüştü, avurtları havayla dolup boşalırken öne sarkmış dudakları titreyip duruyordu. Epeyce bir süre sonra boynunu dikleştirerek uyandı. Garip garip yüzüme baktıktan sonra esneyerek kafasını kaşıdı. Altın СКАЧАТЬ