Toracanlı Ahmed, yerde yatan ölüyü gösterdi.
‘Bu leşi, alacaksınız kendi dininizdeki ölülere yaptığınız gibi dualar ırlaya ırlaya şehri dolaşacaksınız, sonra Tunca’ya atacaksınız. Sesinizin kesildiğini, bir sokağın eksik bırakılıp dolaşılmadığını duyarsam sesinizi yeryüzünden keserim!’ dedi.
Başpapaz yine boyun kırdı, ‘Başüstüne sultanım!’ dedi. Lakin bir tabut getirtmek istedi. Toracanlı Ahmed, hemen celallendi, papazın sakalını üç-beş kere çekip sarstı, yüzüne de birkaç muşta savurdu.
‘Bre melun, bu leşe tabut gerekseydi biz getirtmez miydik? Sen, boş kafanla bize yol mu gösteriyorsun? Haddini bil yoksa kelleni kucağına düşürürüm. Tez bir ip al, leşin ayağına tak, ipi kendin tut, arkadaşlarına da tuttur, yola düzül!’ dedi.
İşte şevketli padişahım, Feyzullah Efendi böyle öldürüldü, cenazesi böyle kaldırıldı ve cesedi tam üç saat taşlar, çamurlar, mezbeleler arasında sürüklendirildikten sonra Tunca’ya atıldı. Onun velinimetini felakete sürüklediği muhakkaktır. Âl-i Osman mülkünü kendi malikânesi yerine koyup halkı soyduğu hazineyi soyduğu, hatta padişahı soyduğu muhakkaktır. İlmiye mansıplarını haraç mezat satmakla iktifa etmeyip o mansıpların en büyüklerini kendi oğullarına, yeğenlerine, damatlarına, akrabasına ve dostlarına hibe ettiği dahi muhakkaktır. O bir kere değil, on kere belki yüz kere ölüme istihkak kesbetmiştir. Lakin kendisini böyle öldürmek, böyle gömmek, cinayettir, fesahattir. Fitne başı sergerdeler bu görülmemiş gadri işlediler, bir şeyhülislam naaşını papazlara sürüttüler.”
Zeki yazıcı, gizli bir maksatla bu mevzuyu canlandırmak istiyordu. Padişahın heyecandan titrediğini, sonra titremeye başladığını görünce o maksada geçti, sesine çok elemli bir eda çizdi.
“Şevketli sultanım, her fitneden böyle fazahatler doğar. Tacidar ve şehriyâr olanlar için fitneye istidat uyandırmamak gerektir. Padişahlar hizmetinde bulunanlara da gözlerini dört açıp gece gündüz uyanık durup fitne havası esecek delikleri tıkamak farzdır. Eğer kardeşiniz hazretleri şeyhülislama yüz vermemiş yahut onun mülke tasallut ettiğini vaktinde sezmiş olsalardı bu fitneler kopmazdı. Sadrazamların da şeyhülislamdan korkup dillerini kısmamış, velinimetlerine vaktinde hakikati bildirmiş bulunsalardı yine bu akıbetler vuku bulmazdı.” dedi.
Ve padişahı endişe içinde bırakmamak için hemen ilave etti.
“Efendimin selameti, afiyeti uğrunda bin şeyhülislam feda olsun. Bu iş, ulu Tanrı’ya şükür, sizin fermanınızla olmadı, Halik’in de halkın da yanında cenabınızın mesuliyeti yoktur. Bundan sonra da böyle işlerin olmayacağı, olamayacağı aşikârdır.”
Sultan Ahmed, çok güçlükle kendini heyecandan kurtardı, alnındaki terleri yorgun yorgun sildi.
“Şimdi, ne olacak? Bu adamlar böyle saltanata şerik olup kalacak mı?” dedi.
“Hayır padişahım, siz cennetmekân babanızdan, dedenizden ve ecdadınızdan size kalan taht üzerinde müstakil olarak saltanat süreceksiniz. Lakin biraz sabır, biraz tahammül!..”
“Ne vakte kadar?”
“İstanbul’a dönünceye kadar…”
“Oraya mutlak gidilmek mi lazım?”
“Lazım padişahım. Eğer cenabınız hemen yola çıkmazsanız ordu yine mırıldanır, huysuzlanır. Çünkü asker tayfasının payitahtta kurulmuş çeşit çeşit tezgâhları ve her neferin bin tarakta bin bezi var. Edirne’de kalmaları imkânsızdır. Onun için ferman buyurun; tuğlar dikilsin, hazırlıklar başlasın.”
Sultan Ahmed, iradesiz ve belki şuursuz inkıyat etti; mırıldandı:
“Öyle ise kızlar ağasına söyle; vezire haber salsın, tuğları da çıkartsın!”
Yazıcı Efendi’nin bu suretle başlayan yardımları hemen her gün tazeleniyordu. Padişahın da ona sevgisi, itimadı gittikçe çoğalıyordu. Zeki köylünün hakikatleri ne yaman bir şekilde sezdiği bu İstanbul’a dönüş işinde dahi görülmüştü. Çünkü Sultan Ahmed’in kızlar ağasına gönderdiği emir henüz sadrazama ve onun vasıtasıyla Çalık Ahmed Paşa, Karakaş Mustafa, Cebeci Ali, Toracanlı Ahmed murabbasına tebliğ olunmadan saraya bir ültimatom gelmişti, padişahın hemen İstanbul’a dönmesi -küstah bir ifade ile-ihtar edilmişti. Bu ültimatoma, saray önüne çarçabuk dikiliveren tuğlar gösterilmek suretiyle hem müstehzi hem vakur bir cevap verildiğinden fitne elebaşları mahcup oldular, özür dileyip savuştular. Yazıcı Efendi de fırsatı kaçırmadı, huzura koşup kendi lehine ustaca bir hamle yaptı.
“Düşüncelerinizin, mahz-i keramet idiği işte zahir oldu. Siz, İstanbul’a hareket için irade buyurmamış olsaydınız hâl, hayli düşvar olurdu. Halk, Çalık’la omuzdaşlarının emriyle yola çıkıldığını sanıp dedikodu yapardı. Şimdi herkes, kendi mübarek arzunuzla İstanbul’a döndüğünüzü öğrendi. Fitneciler de mahcup düştü.” dedi.
İsabetli bir hareketin şerefini padişaha tahsis eder gibi görünerek o şerefi kurnazca benimsiyordu. Fakat padişah kelime oyunları altında saklanan hakikatleri kavrayacak bir durumda değildi. Zorbalar tarafından sürüklene sürüklene saraydan çıkarılıp İstanbul yoluna atılmaktan kurtulduğu ve bu yola şerefiyle çıkmak imkânını bulduğu için bahtiyarlık duyuyordu. Bu sebeple Yazıcı Efendi’nin imalarına, telmihlerine değil, kendi neşesine kıymet veriyordu.
Şen şen gerindi: “Hakkın var. İyi düşündüm, iyi davrandım, herifleri mat ettim.” dedi.
5
Velinimetim, telaş buyurmayınız, Çalık Ahmed’i çağırıp ağzına bir parmak bal çalın!
Lakin hadiselerin birbirini takip etmesi -o sıradaki içtimai şartlara göre- zaruri idi ve padişahın Yazıcı İbrahim’e sık sık el uzatması da bu yüzden mukadder görünüyordu. Nitekim hazırlıklar bitip de padişah, saltanatının ilk alayını kurduğu, halkın ve o karmakarışık ordunun alkışları içinde yola çıktığı gün, bir yaman vaka yüz gösterdi. Sultan Ahmed’in korkudan kalbi ağzına geldi. Kırlarda ve at üstünde sadık yazıcıyı aramak zorunda kaldı. Vakıa, İstanbul’dan Edirne’ye gelmiş olan altmış bin askerle, onlara Edirne’den katılan binlerce kalabalığın -şehirden biraz uzaklaşır uzaklaşmaz- durarak ve korkunç yaygaralar kopararak cülus bahşişi istemelerinden ibaretti.
Yersiz yapılan bu talebi yerine getirmek, o kadar adama bahşiş vermek imkânı yoktu. Hazine sandıkları boştu. Allah’ın kırında para bulmak mümkün değildi. Hâlbuki bahşiş isteyenler: “Ya para verirsiniz yahut başınıza geleceklere tahammül edersiniz!” diye bağırıyorlardı. Eski padişah ve bir sürü şehzade kafesler içinde yola çıkarılmış bulunduğu için vaziyet çok nazik görünüyordu. Para alamayan askerin Sultan Ahmed’i alaşağı etmeleri ve yerine başka birini hatta sabık hünkârı çıkarmaları ihtimal dâhilinde idi.
İşte böyle bir durumda yine Yazıcı İbrahim imdada koştu. Korkudan ne yapacağını şaşırmış olan Sultan Ahmed’in yanına sokuldu.
“Velinimetim, СКАЧАТЬ