Название: Gulyabani
Автор: Hüseyin Rahmi Gürpınar
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6485-77-8
isbn:
“Haydi ağam, sen de dahdahını biraz sür. Gelin mi götürüyorsun? Pek nazlı gidiyoruz.” dedi.
Arabacı kırbacını hayvanın kıçına yavaşça dokundurarak:
“Gelin mi götürüyoruz? Vallahi ben de bilmem. Bir günlük yol. Bizim Pehlivan da yoruldu. Baksana, körük gibi soluyor.”
Ayşe Hanım: “Ay, bu kurada5 beygirin adı Pehlivan mı?”
Arabacı: “Pehlivan olmasa Yedi Çobanlar Çiftliği’ne, öyle ‘netameli’ yere nasıl gider?”
Ayşe Hanım: “Neden oluyormuş netameli?”
Arabacı: “Orası cinlerin, perilerin kumkuma yeridir. Geçenlerde oraya giden Arabacı Veli’nin beygirini çarptılar. Hayvanın beş dakikada soluğu kesildi. Kurbağa gibi yamyassı oldu. Ezandan sonraya kalmaya gelmez.”
Ayşe Hanım: “Haydi zevzek… Parayı çok alayım diye ağız yapıyorsun. Köşkün içi adam dolu, onlar nasıl oturuyorlar?”
“Nasıl oturduklarını Allah bilir. Oturup da rahat mı ediyorlar? Çiftliğin sahibi hanımefendi perilere karıştı, çıldırdı. İç bahçedeki havuzun kenarında her akşam cinler toplanırmış. Hanımefendi gidip onlarla oturur, konuşurmuş. Hanımdan başka gece bahçeye çıkanları periler boğarlarmış. Oraya giden erkek, kadın hizmetçilerden hiçbiri sağ dönmez. Sular karardıktan sonra o yakınlarda kimse dolaşmaz. Kurtları kuşları bile çarparlar.”
“Artık uydur uydur söyle bakalım. Allah kimseyi sizin dilinize düşürmesin. Siz arabacılar, köylüler bir yalana bin katarsınız. Hanımefendi orada mı çıldırdı? İstanbul’daki konağında aklını bozdu. Zengin kadını, tımarhaneye koymadılar, hava değişimi olsun diye buraya, çiftliğe getirip kapadılar.”
Korkudan yüreğim hop hop atmaya başladı. Ayşe Hanım’a sordum:
“Ay, beni hizmetçiliğine götürdüğün hanımefendi deli mi?”
“Hay Rabb’im, sen sabırlar ver bana… Öyle ona buna saldıran azgın deli değil… Biraz meraklı, sersemce bir kadın. İşte bu…”
Arabacı hayvana birkaç kırbaç daha savurduktan sonra biraz başını bize çevirerek:
“Ya çiftliğin eski mezarlığından çıkan gulyabani? Minare kadar bir şeymiş. Geçenlerde ay ışığında üç atlıyı kovalamış. Zavallılar Bulgurlu’ya zor kaçabilmişler, baygın düşmüşler. İkisinin hayvanı çatlamış.”
Ayşe Hanım: “Artık sus herif… Yanımdaki saf kadını korkutuyorsun. Baksana, beti benzi kül kesildi.”
Arabacı: “O gulyabaninin yemeği, çiftliğin mutfağından verilirmiş. Bir gece vermezlerse oralarını allak bullak edermiş. Ne kümeste tavuk bırakırmış ne ahırda hayvan ne de ağılda koyun…”
Ayşe Hanım: “Çenen tutulsun! Yetişir dedim ya… Hiç minare kadar gulyabani mutfak yemeğiyle doyar mı? Böyle şeyleri duyup da inanmak için insan ne kadar ahmak olmalı.”
Arabacı: “Ben işittiğimi söylüyorum, hanım.”
Ayşe Hanım: “İşittiğin sende kalsın…”
Bu söylenenleri dinlerken her tarafıma soğuk bir ter yayıldı. Buz kesildim. Baygınlıklar geçiriyordum. Karşı koymaya, konuşmaya hâlim kalmadı.
Ayşe Hanım, şimdi bana döndü:
“Korkma kızım. Bu sözlerin hepsi masal. İşit de inanma. Bunlardan hiçbirinin aslı olsa ben seni oraya götürür müyüm? Ben senin düşmanın mıyım? Akıl var izan var. Artık buraya kadar geldik. Köşkün içindeki insanları bir kere gör. Hoşlandın, ne âlâ… Hoşlanmazsan seni getirdiğim gibi gene götürürüm.”
Artık çiftliğe epey yaklaşmıştık. Ağaçlar, yapılar daha belli görünmeye başladı. Biraz yokuş indik. Kurumuş dere gibi taşlık bir yerden geçtik. Bir tepe çıktık. Bir zaman da düzlükten gittikten sonra çiftliğin önüne geldik. Arabayla ağaçlığa girdik.
Arabacıdan işittiğim korkulu sözler yüzünden midir nedir, burası bana ağaçları sık bir mezarlık gibi pek loş, pek sıkıntılı göründü. Bu gölgelerin arasından geçtikten sonra harman yerine benzer bir meydanlığa geldik.
Yanımızda bileziği taşlarla örülmüş, çapı büyük bir kuyu, çevresinde birkaç ihtiyar selvi gördüm. Gene bir ağaçlığa girdik. Orada burada selamlık, hizmetçi daireleri, mutfak, ahır, kümes gibi yapılar göründü. Tavuklardan, kazlardan, birkaç keçiden başka tek canlıya rastlamadık. Karşımıza uzun, yüksek ve biraz yıkık bir duvar çıktı. Duvarın yüzünde birbirine hemen otuz arşın kadar uzaklıkta sımsıkı kapalı iki büyük kapı vardı. Kapılar eski, boyaları uçmuştu ama meşe ağacından yapılmıştı.
Ayşe Hanım, sağdaki kapıyı işaret etti. Araba orada durdu. O anda sarı aba poturlu, uzun boylu, dik bakışlı, birkaç haftalık kıranta sakalı uzamış, koca bıyıklı bağcı yahut bekçi gibi bir adam belirdi. Ayşe Hanım, hemen zoraki denecek bir gülümsemeyle bu adama “Bekir Ağa, beyefendinin ısmarladığı hizmetçiyi getirdim. Köşkün kapısını aç.” dedi.
Bekir Ağa, gelenleri bir süre süzdükten sonra poturunun yan cebinden ucuna ip bağlı kocaman bir anahtar çıkararak kalın, sert bir sesle “Biliyorum!” cevabını verdi. Anahtarı deliğe soktu. Yüzünü buruşturan bir zorlukla, iki eliyle çevirdi. Kapının tek kanadı gacır gacır açıldı.
Arabadan indik. Ayşe Hanım arabacıya:
“Hayvanını çöz, biraz dinlensin, otlasın. İşimiz uymazsa gene geri döneceğiz…”
Arabacı eliyle hayvanın boynundan akan terleri silerek:
“Aman hanım, sakın geç kalmayınız.”
“Merak etme.”
Arabacı beygirin iki kulağına yapıştı. Şiddetle bir çekti. Hayvan koşumlarının altında silkindi. Biz içeriye girdik. Bekir Ağa, dışarıdan, aynı gıcırtıyla kapıyı kapadı. Burası, duvar kenarlarında yaseminler, hanımelleri, asma çardakları, meyveli meyvesiz ağaçlarla bir ormancık hâline gelmiş, bakımsız, bozuk bir bahçeydi. Ben, perilerin, geceleri evin sahibi hanımla etrafında toplandıkları havuzu arıyordum. Öyle şey görmedim. Arabacının yalanına hükmettim.
4
AYŞE HANIM’IN DUBARASI
Karşımıza iri, yıkılmaya yüz tutmuş, üç katlı bir köşk çıktı. Köşkün önündeki bu bahçe harem ve selamlığı ayıran yüksek bir duvarla ikiye bölünmüştü. Bahçenin bu kısmında büyük büyük ağaçlar görünüyordu. İçeriye girmezden önce gördüğümüz iki kapıdan birinin, bahçenin öteki kısmına açıldığını anladım. Yürüdük. Evin asıl kapısını çaldık. Bir hayli bekledikten sonra kapı açıldı. Bizi karşılamaya zayıf, uzun boylu, soluk benizli, avurdu avurduna СКАЧАТЬ
5
Kurada: Gelişmemiş, cılız. (e.n.)