“Niçin mi?” diye inledi, “Hani bıyıkların?”
“Bıyıklarımı kesmekle niçin alçak, niçin hain olayım?”
Annem daha beter ağlamaya, daha beter geğirmeye başladı.
“Beni anlamaz mı sanıyorsun?” dedi, “Bıyıklarını farmasonlar keserlermiş. Demek sen de farmasonmuşsun! Verdiğim süt sana haram olsun. Ah, demek sen de farmasonmuşsun da bizim haberimiz yokmuş…”
Ben her ne kadar bu rezaleti sırf taklitçilik yüzünden, hem âdeta haberim olmadan yaptığımı anlatmaya kalktımsa da hiç para etmedi. Annem daha beter ağladı. Laflarıma inanmıyordu. Dizlerini döverek: “Seni doğuracağıma keşke cehennem taşları doğuraydım!” diye çırpınıyordu.
Tam bu esnada babam da gelmez mi!.. Evlatlık kız bıyıklarımın hâlini ona da yetiştirmiş. Aralık kalan kapıdan onu kalın bastonuyla beraber yukarı çıkmış görünce titredim. Korkmadım desem yalan söylemiş olurum. Mahvolduğumu anladım. Babam hızla içeri girdi. Ben hâlâ ellerimle bıyıklarımı kapalı tutuyordum. Bastonunu havada savurarak:
“Aç bakayım ellerini…” diye haykırdı. Artık iş çatallaşmıştı. Hemen bir yalan uydurdum:
“Babacığım, bugün sigaramı yakarken kazara bıyığımın bir tarafını tutuşturdum… Onun için kestirdim.”
Ama bizim ihtiyarda hacı gözü yoktu.
“Sen bana dolma yutturamazsın.” dedi, “Sokakları dolduran züppelerin hepsinin bıyıkları kibritle mi yandı?”
Sustum. Cevap vermedim.
Babam açtı ağzını, yumdu gözünü… Öyle şeyler söyledi ki ben burada mümkün değil tekrarlayamam. Fesinin püskülünü önüne getirmek, bıyıklarını kesmek hep bir şeye delalet edermiş… Öyle pis bir şeye ki…
Babamın hiddeti karşısında ne yapacağımı şaşırıyor, “Bıyıklarımı keseceğime keşke kafamı kesseydim!” diye içimi çekiyordum. Babam son sözünü söyledi. Beni reddetti. Evden kovdu.
“Hemen çık!” dedi, “Bir daha sakın buraya geleyim deme… Çünkü artık bıyıkların çıksa bile namusun yerine gelmez…”
Ne yapayım? Çarnaçar çıktım. Gidecek yerim yoktu. Aklıma Topkapı’da bir arkadaşım geldi. “Bari gidip ona misafir olayım.” dedim.
Tramvay yoluna doğru yürüdüm. Köşe başında bizim sporcu arkadaşları gördüm. Bana gözleri ilişince:
“Bonjur, bonjur!” diye bağrıştılar, “İşte şimdi adama benzedin… Neydi o pala bıyıklar! Mezardan kalkmış bir yeniçeri ağası gibi…”
Ne cevap ne selam verdim. Yürüdüm. Annemin, babamın ayrı ayrı manalar verdiği felaketimi bu beyler çok muvafık, çok hoş buluyorlardı.
Topkapı tramvayına bindim. İçerisi tenhaydı. Kabahatli gibi bir tarafa iliştim. Geldi, yanıma abani sarıklı, kır sakallı bir hoca efendi oturdu.
Biletimi aldım.
Ara sıra dışarı bakıyordum. Gözüm hoca efendiye kaçtı. Dikkat ettim. Dik dik bana bakıyor… Yüreğim hop etti. “Sakın bu da bıyıklarım için küfrüme hükmetmesin…” diyordum. Gittikçe yüreğimin çarpması ziyadeleşti. Kalkmak, dışarı kaçmak istedim. Hazırlanıyor, kımıldanıyordum. Hoca efendi gülümsedi.
“Eksik olmayınız oğlum. Var olunuz!” dedi.
Heyecanıma şimdi hayret de karışmıştı.
“Niçin efendim?” diye sordum.
“Sizin gibi şık gençleri sünnetli görmek bizim için en büyük bir iftihardır!” dedi… Anlamadım. Hassaten bir yere bakmak istemiyormuşum gibi yavaşça gözlerimi önüme indirdim. Hayır… Evet hayır…
Tekrar sordum:
“Fakat sünnetli olduğumu nereden anladınız efendim?”
Hoca güldü:
“İşte bıyıklarınızı kestirmişsiniz ya oğlum.” dedi, “Bu sünnet-i şerif değil midir?..”
ASHAB-I KEHFİMİZ
İçtimai Roman
Bu küçük romanı beş sene evvel yazmıştım. Maksadım edebî bir eser meydana koymak değildi. Sadece münevverlerimizin garip düşünüşlerini içtimai hakikatle karşılaştırmak istiyordum. Meşrutiyet’ten sonra büyük adamlarımızın çoğuyla görüşmüştüm. Hepsinin fikri, aşağı yukarı, şu neticede toplanıyordu: “Osmanlılık, müşterek bir milliyettir. Osmanlılık ne yalnız Türklük ne de yalnız Müslümanlık demektir. Osmanlı Devleti’nin idaresinde yaşayan her fert ‘bila tefrik-i cins-ü mezhep, Osmanlı milletine mensuptur!” Hâlbuki bu fikir, gayri millî Tanzimat maarifinin yetiştirdiği dimağlarda doğmuş bir vehimden, bir ham hayalden ibaretti. Dini, lisanı, terbiyesi, tarihi, harsı, mefahiri ayrı olan fertlerin mecmusundan “müşterek bir milliyet” teşkil etmek imkânı yoktu. “Osmanlılık” hakikatte devletimizin namından başka bir şey miydi? Avusturya’da yaşayan Almanlara “Habsburg milleti, Avusturya milleti” denemezdi. Alman nereli olursa olsun, her yerde Alman’dı. Türkçe konuşan bizler de beş bin senelik bir tarihin, hatta pek eski bir esatirin sahibi olan bir millettik. Osmanlı Devleti’nin memleketinde, Kafkasya’da, Azerbaycan’da, Türkistan’da, Buhara’da, Kaşgar’da, hasılı, nerede yaşarsak yaşayalım, yine halis muhlis Türk’tük… Hâlbuki “Osmanlılık” kelimesine mevhum manalar veren münevverlerin siyasi fikirleri ve içtimai gayeleri ise insanın gözlerinden yaş getirecek derecede gülünçtü.
Bu muhterem efendiler; Balkan Muharebesi’nden sonra da hakikati göremiyorlardı. İşte o vakit bu kitabı yazdım. İçindeki fikirler sırf Tanzimat ilhamları olduğu için herhangi bir zata atfederek şahsi “enmuzec”ler çizmeye çalışmamıştım. Türk köylüsü “Dili dilime uyan, dini dinime uyan…” diye milliyetin hududunu pek güzel anlarken münevver efendiler son inkılap esnasında ne dile ne dine ehemmiyet veriyorlardı. Nihayet, СКАЧАТЬ