“Niçin her vakit vermeyeceksin?”
“Çünkü çok pahalıdır. Bundan yalnız padişah içer…”
Tabakayı Şulever’e uzattı. Arap hemen bir sigara sardı. Eğildi, maltızdaki tencerenin altından yaktı. Fosur fosur içmeye başladı. Fakat hiç öksürmüyordu. Cabi Efendi gülmekten katılıyordu.
“Nasıl Bacı?”
“Ne gozel, ne tatlı… Padişah tütünü… Ne olacak…”
Ağır koku fışkırtan dumanları savuruyordu… Cabi Efendi tabakasındaki patlıcan yapraklarının hepsini, sevincinden eteklerini öpen aşçısının meşin kesesine boşalttı.
Artık birkaç ay geçti. Cabi Efendi: “Hınzır fellahın bir şeyden anladığı yok. Nafile yere para sarf ettiriyor…” diye ona verilen tütünün miktarını azaltmıştı. Ama günler geçtikçe Şulever fenalaşıyor, bütün bütün zayıflıyordu. Nihayet bir sabah yatağından kalkamadı.
Getirilen doktor: “Ayol bu bitmiş! Nabzı yirmi beş atıyor. Yarına çıkmaz!” dedi. Veda için bütün aile zavallının yatağı etrafında toplandılar. Kilerden zemzem testisi de çıkarıldı. Cabi Efendi dalgın yatan aşçısına hazin hazin baktı. Çok üzülen gelinine döndü:
“Ne olacak, yaşamanın sonu hep ölüm işte…” dedi. Sonra ilave etti:
“Herhâlde seksen yaşından ziyade… Ben doğduğum vakit otuz yaşında imiş! Hastalığı ihtiyarlık…”
Bu sözleri işiten Şulever birdenbire gözlerini açtı, ademden aksediyor sanılan keskin, derin bir sesle:
“Hayır, hayır, ben ihtiyarlıktan değil, tütünsüzlükten ölüyor…”
“Tütünsüzlükten mi?”
“Ya…”
Cabi Efendi yatağa eğildi:
“Niçin öyle söylüyorsun Bacı? Sana her gün sekiz kuruşluk bir paket tütün vermiyor muydum?”
“Veriyordunuz. Ama ben o paketleri hep bahçedeki boş kazanın içine attı.”
“Niçin içmedin?”
“Padişahın tütününden içtikten sonra onlar zehir gibi geliyordu. İçemiyordum.”
Cabi Efendi gözlerini açtı:
“Hangi padişahın tütününden?” diye sordu.
“Hani bir gün bahçeden girince bana vermiştiniz…”
“Ayol onlar patlıcan yaprağıydı.”
“Yalan, yalan…”
“Vallahi, billahi Bacı…”
“Yalan, ben tütünden anlar çok. O şeker gibi bir şeydi…”
Cabi Efendi aşçısını verdiği şeyin patlıcan yaprağı olduğuna bir türlü inandıramadı. Kızlar koşup bahçede boş kazana baktılar. Hakikaten açılmamış paketlerle doluydu. Doktorun dediği aynıyla çıktı. Ertesi gün Şulever ölüyordu.
Ağzına uzatılan zemzem fincanını kurumuş, pörsük dudaklarıyla itti.
“Bana padişahın tütününden bir parça verin!” dedi. Ev halkının hepsi bu son arzuyu yerine getirmek için bir tarafa koştu ve civar bostanlara dağıldılar. Bir tane olsun kurumuş patlıcan yaprağı aradılar, fakat bulamadılar. Çünkü mevsimi değildi…
EZELÎ BİR ROMAN
Dibace
Âdem Bey büyük ıhlamur ağaçlarının altında yapayalnız geziniyordu. Ay, mavi, şeffaf bir tülle örtülmüş dargın bir güneş gibi tenha yolu aydınlatıyor, korunun karanlık gölgelerinde henüz uyuyamamış asabi bülbüllerin ağlayışları duyuluyordu. Âdem Bey donuk bir beyazlıkla parlayan büyük mermer havuzun başında birdenbire durdu. Karşıdan gayet beyaz ince bir hayalin geldiğini gördü. Yüreği hop etti.
Kendi kendine: “Bu kim?” dedi.
Uzaktaki hayal sanki kulağının içinde imiş gibi cevap verdi:
“Ben!”
“Sen kimsin?”
“Akşamdan beri aradığın…”
!!!
…
…
Birinci Fasıl
İki genç koşarak kucaklaştılar. Tenha yolda beraber yürümeye başladılar. Yere akseden gölgeleri bir taneydi. Bülbüller uyudu. Rüzgâr sustu. Ay onları görmemek için kalın bir bulutun arkasına girdi.
Havva Hanım: “Ne kadar mesudum!” dedi.
Âdem Bey: “Şimdiye kadar ne bedbaht imişim!” diye cevap verdi. Harfleri derin öpüşlerin ruhu dolduran akislerinden çıkmış lahuti kelimelerle aşka dair konuştular. Kucak kucağa gezdiler, gezdiler, gezdiler. Tekrar mermer havuzun başına geldikleri zaman fecir mor gözlerini açıyordu. Havva Hanım oradaki çim kanepeye oturdu. Âdem Bey diz çöktü. Onun beyaz narin elini öperek:
“Ölünceye kadar…” dedi.
“Hep böyle değil mi?”
“Hep böyle…”
Dudak dudağa ebedî vefa yemini ediyorlardı. Havva Hanım birdenbire:
“Ah!” diye haykırdı.
Âdem Bey sordu:
“Ne var ruhum?”
“Şuna bak…”
Büyük mermer havuzun fıskiyelerindeki çanağa bir ihtiyar ecinni oturmuş, onlara gülüyordu. Beyaz sakalı bir karış boyundan çok uzundu. Kırmızı külahının kocaman sırma püskülü sol omzuna düşüyor, kahkahası asabı yırtan bir intirakla bütün koruyu çınlatıyordu. Âdem Bey sarardı.
“Ne gülüyorsun?” diye sordu. Ecinni cüce, oturduğu istiridye şeklindeki çanaktan havuza atladı. Durgun suyun üzerinde, bir halıya basıyormuş gibi, batmadan yürüdü. Havuzun kenarına çıktı.
“Hâlinize gülüyorum!” dedi.
“Hâlimizde ne var?”
“Yalan söylüyorsunuz. Birbirinizi aldatıyorsunuz!”
Havva Hanım: “Bizim birbirimizi ebedî bir aşkla sevdiğimize inanmıyor musun?” diye sordu. Cüce tekrar ebedî bir kahkaha СКАЧАТЬ