“Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim.”
“Hangi kaşağıyı?”
“Geçen seneki… Hani babamın Hasan’a darıldığı…”
Lafımı tamamlayamadım. Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum. Ağlaya ağlaya Pervin’e anlattım. Şimdi babama söylersem Hasan da duyacak, belki beni affedecekti.
“Yarın söylersin.” dedi.
“Hayır, şimdi gideceğim.”
…
“Şimdi baban uyuyor. Yarın sabah söylersin. Hasan da duyar. Onu öpersin. Ağlarsın. Hakkını sana helal eder.”
“Pekâlâ!”
“Haydi şimdi uyu.”
Sabaha kadar yine gözlerimi kapayamadım. Hava henüz ağarırken Pervin’i uyandırdım. Kalktık. Ben içimdeki zehirden azabı boşaltmak için acele ediyordum. Fakat heyhat, zavallı masum kardeşim o gece ölmüştü. Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh’u ağlarken gördük.
Babamın dışarı çıkmasını bekliyorlardı!
YEMİN
Ah, on beş yirmi sene evvel hayat ne tatlıydı! Yaşamanın, eğlenmenin hoş bir zevki, güzel bir şekli vardı. Kadınlar başka, erkekler başka, ruhlarımız başkaydı. En büyük günahlar bile “din, iman, terbiye, namus, nezaket” perdesi altında hiç sezdirilmeden yapılır, masumluğun mukaddes füsunu asla kaybedilmezdi. Ben o vakitler Doğancılar’daki Hacı Hafız Sıdıka Molla’nın meşhur evine dadanmıştım. Matlûbe isminde bir kızı çıldırasıya seviyordum. Son yangınlarda yanan o kırmızı aşı boyalı viran ev, duvarları hanımelleriyle, sık sarmaşıklarla örtülmüş kûhi bahçe, yeşil çıkrıklı, mermer bilezikli kuyu hâlâ gözümün önünde… Hacı hanım çok sofu bir kadındı. Bütün şişman vücudunu kaplayan kocaman başörtüsünün içinden gök mavi gözleriyle -tıpkı bulutların arasında kalmış ihtiyar bir melaike gibi- bakar, ağzından hiç kötü söz çıkmazdı. Abdest, namaz, oruç en önde gelen merakıydı. Yanındaki kızlardan birisine tutulanı mutlaka ibadete başlatırdı. Sokağa bakan alçak tavanlı odacığı tıpkı minimini bir mescitti. Kıble tarafında mihraba benzer bir girintisi bile vardı. Buraya serili pamuk doldurulmuş yazma seccadesinden, mutfağa, ateşi hiç sönmeyen gusülhaneye bakmak için sık sık kalkardı. Kızlarının da hepsi sofuydu. Hiçbirisine alafranga esvap giydirmez, korse taktırmaz, yüzlerine allık, pudra sürdürmez, gözlerine sürme çektirmezdi. Dört peşli mavi basma entarisiyle, fes rengi oymalı yemenisiyle, tombul Matlûbecik ne şirindi. Ben gelir gelmez, şimdiki zamane kızları gibi hemen boynuma atılmaz, “Haydi gusülhaneye aslanım!” diye, yavaşça yukarı çıkarır; beni yıkar, temizler, abdest aldırtır, çamaşırlarımı değiştirirdi. Sonra, hacı hanımın elini öpmek için odasına inerdim. Ne kadar vakit namazlarını onun odasında yan yana kılmıştık. Hele Ramazanları… Bir sene, bütün bir ramazan, Matlûbe’yle kapanmıştım. Sahurdan bir saat evvel, hacı hanım kapımızı vurarak bizi uyandırıyordu. Suyu ısınmış gusülhaneye koşuyor, soyunup abdestimizi alıyor, sofranın başına, temiz temiz, saçlarımızın nemiyle geliyorduk. Yemekten sonra imsak topunu beklemek ne ulvi bir neşeydi! Bazen sabah namazını kılar, öyle yatardık. Gündüz, öğle namazından sonra hacı hanım kızlarını camiye vaaza götürürdü.
“Matlûbe evde kalsın! Ben yalnız ne yapayım hacı nine!” diyecek olsam:
“Nafile namazı kıl, aşir oku, hiç canın sıkılmaz yavrum.” cevabını verirdi. Benden başka eve gelen erkekler hep hısım akraba, hep süt oğul, ahiret evladı filandı. Matlûbe, benden başka hiçbir erkeğe çıkmıyor, en yakın akrabalarından, hatta erkek kardeşinden bile kaçıyordu.
Bir gün, ikindi namazından sonra hacı hanımın odasında oturuyorduk. Matlûbe çamaşır ütülüyor, diğer iki kız, Kadriye ile Firdevs yorgan kaplıyorlardı. Hızlı hızlı kapı çalındı. Matlûbe cumbaya koştu. Sonra birdenbire döndü:
“Hacı anne… Sabri…” dedi.
“Sabri mi?”
“O, vallahi…”
…
…
Birbirlerine bakıştılar. Hacı hanım seccadesinden kalktı. Matlûbe sararmıştı. Öteki kızlar da şaşkın şaşkın kapladıkları yorganı topluyorlardı.
“Bu Sabri kim?” diye sordum. Hacı hanım:
“Matlûbe’nin teyzesinin oğlu…” dedi. Sonra afal afal bakan Matlube’ye döndü:
“Haydi git, kapıyı aç…”
“Ee ben…” dedim, “Burada duracak mıyım?”
Hacı hanım:
“Hiç öyle şey olur mu?” diye güldü, “Sabri çok sofudur. Senin burada olduğunu sezerse hiçbirimizi sağ komaz!”
“Ee, ne yapacağız?”
“Haydi şu yüke giriver!..”
“Ya ararsa?..”
“Aramaz.”
“Şüphelenip arayacağı tutarsa?”
“Bana inanır, diyorum, yavrum, haydi çabuk gir. Yalnız öksürme, çıtırtı filan yapma!”
Yerimden kalktım. Öteki kızlar da yorganları, çamaşırları dışarı çıkardılar. Yüke girdim. Burası zifirî karanlıktı. Nefesimi kestim. Şahmeran masalında kuyuya düşen Bülkıya gibi yükün kapısındaki bir budak deliğinden giren aydınlıktan başka bir şey görmüyordum. Bir dakika geçmeden Sabri odaya girdi. Ben hemen uzandım, budak deliğine sağ gözümü uydurdum. Bu, iri yarı, pala bıyıklı, siyah fesli, kabadayı bir gençti. Hâl hatır sorduktan sonra:
“Hacı anne! Matlûbe başka birisine çıkıyormuş! İşittim. Bugün buraya onu temizlemeye geldim!” dedi.
Hacı hanım hiç istifini bozmadı:
“Hayırdır inşallah… Sen rüya görmüşsün. Geçen hafta teyzesinin oğlu geldi de hem süt kardeş oldukları hâlde, ben yine göstertmedim. Sen benim nasıl kadın olduğumu bilmiyorsun galiba?”
“Biliyorum ama…”
“Ee ne?”
“Diyorlar ki seviştiği herif şimdi bile bu evin içindedir.”
“Sen vallahi deli olmuşsun! Kim diyor?”
“Kimse kim…”
“Gözleri kör olsun iftiracıların! İşte sen, işte ev!.. Her tarafı kalk, ara.”
Sabri biraz durakladı. СКАЧАТЬ