Название: Salon Köşelerinde
Автор: Safveti Ziya
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-99850-3-9
isbn:
Bende de hiç ölçülülük yoktur ki!diyordum. Hâlbuki iki kadehten fazla şampanya içtiğimi hatırlamıyordum. Artık oradan çekilmeye, biraz hava alarak şu sıkıntımı defetmeye karar verdim. İlerlemek üzereydim ki Lydia yerinden kalktı. Dudaklarında hafif bir tebessüm, göz kapaklarında o daimî, o latif kasılmayla ağır ağır bana doğru yürüyordu. Yanıma gelecek zannettim. Hâlbuki o ağırbaşlı bir hareketle beni geçti. Sonra dönüp gözlerini daha fazla süzerek, başını biraz ilerleterek bana baktı.
“Aa…” dedi. “Az kaldı sizi tanıyamıyordum. Nasıl, güzel eğleniyor musunuz?”
Ve cevabımı beklemeden ağır ağır yürüdü, gitti…
Bir müddet arkasından bakakaldım. Giyinişinde bile bir hususiyet vardı… Gayet sade, gayet ince, nazik bir tuvalet: Açık mavi yanardöner canfes üzerine ince ince kıvrılmış gayet bol bir mavi tül geçirilmiş, belinde koyu mavi kalın atlas bir kurdele birkaç defa gelişigüzel sarılıvererek bir kemer teşkil etmiş, kemerin arka tarafına pırlanta ve firuzeyle süslü büyük bir toka iliştirilmişti. Bu tokanın altında atlas kurdelenin iki ucu eteklerine kadar sallanıyordu. Kollarında, göğsünde, elinde hiçbir şey, gereksiz bir süs eşyası, yoktu. Yalnız saçının arka tarafına, en kabarık yerine yine firuzeyle pırlantadan ince, düz bir broş takılıydı. Dirseğinden yukarısına kadar ellerini örten podösüet beyaz eldivenlerde buruşarak düşmemek için yine yer yer firuzeli elmaslı hafif, görünmeyecek kadar hafif, birer altın bilezikle tutturulmuştu.
Özetle Lydia’yı, her gören, bir bakışta Batı medeniyetinin zarafeti içinde doğup büyümüş nadir, ince ve nazik bir çiçeğe benzetirdi. Ben o dakika hiçbir şeye benzetecek hâlde değildim. Yalnız dalgın bakışlarımla onu takip ediyordum.
O bir kerecik bile arkasına dönmeden, etrafa bakmadan yürüyordu. Dans başlayacağı için etrafını birçok genç sardığı hâlde hiçbirine bakmıyor, arada başını sallıyor, karnesini uzatıyor, istekli bir el oraya bir şey işaret ediyordu… Ben bunları uzaktan görüyor ve niçin bilmem onlara katılıp bir vals de ben istemeye cesaret edemiyordum. Göğsümde yine o serinlik, o boşluk ve ardından o tıkanıklık peyda oluyordu. Nihayet sanki üzerimdeki bu üzüntüyü dökmek istiyormuşum gibi omuzlarımı silkerek
“Ooo!” dedim. “Aptallaşmanın âlemi yok, şimdi de bu İngiliz kızıyla mı uğraşacağız!..”
“Pade patinör” dedikleri bir dans oynanıyordu. Hemen gittim bildiklerimden gayet çılgın, gayet hırçın, gayet şen bir tazenin önünde eğildim.
“Matmazel…” dedim. “Bu dansı bütünüyle bana bağışlayınız.”
“Pek geç hatırınıza geldim!” dedi. “Gelgelelim ben iyi bir kızım, dostlarımı gücendirmek istemem.”
Dans ediyorduk. Kızcağız bana birtakım şeyler, birçok şeyler soruyordu. Galiba ben de cevap veriyordum, fakat ne diyordum, bilmem. Gözlerimle, o kadar kişinin, o kadar kalabalığın arasında onu, Miss Lydia’yı arıyordum. Niçin arıyordum? Hiç… Bir şey için değil. Yalnız bakacaktım, kiminle dans ediyor görecektim; merak bu ya… Başka ne maksadım olabilirdi?..
Lakin göremiyordum ve göremediğim için ızdırap duyuyordum. Bir dakika, Lydia’nın büyük salona geçmiş olması ihtimali zihnimi gıcıklıyor. Derhâl oraya gitmek lüzumunu hissettim.
“Haydi öbür salona geçelim, orası daha tenhadır.” dedim. Cilalı parke üzerinde yavaşça kayarak öbür salona geçtik. Lydia oradaydı, fakat oynamıyordu. Annesinin yanına oturmuş, gözlüğünü gözlerine, o süzgün, o daima yarı kapalı duran gözlerine yaklaştırmış, dansı takip ediyordu. Arkasında bir sıra genç eğilmişler, mütebessimane bir şeyler söyleyip gülüşüyorlardı.
Dönüp hiçbirisiyle doğrudan doğruya konuşmuyor, lakin uygun bulur gibi hafif hafif baş sallıyor, arada bir tebessüm ediyor ve durmadan halkı incelemekle meşgul bulunuyordu.
Bir aralık annesine bir şeyler söyledi, ikisi de aynı kararda olduklarını gösterir bir tebessümle başlarını eğdiler. Bilmem ben niçin şaşırmıştım.
Valsözüm iyi oynamadıkça, bir eksik, bir yanlış yaptıkça âdeta hiddetleniyordum. Hatta bir aralık gücenmiş bir tavırla,
“İşte yine usulü kaybettik!” dedim. O çılgın çılgın güldü. “Ne yapalım?” dedi. “Bunun için matem tutacak değiliz ya!..”
“Lakin herkese karşı gülünç oluyoruz, matmazel!” Yine gülmesine devam etti.
“Ne kadar naziksiniz, azizim! Fakat müsterih olunuz, bizimle kimsenin meşgul olduğu yok. Hiç merak etmeyiniz!”
O dakikada, gönlümün o perişanlığı arasında bu ikaz bana bir hakaret tokadı kadar cana dokunur geldi. Fena hâlde kızardığımı duydum, gözlerimi bir alev bürüdü. Meçhul bir mahcubiyet, bir küçüklük altında izzetinefsimin kırıldığını, ezildiğini hissediyordum. Kesik bir sesle
“Evet, hakkınız var.” dedim. “Pek hakkınız var!..”
Samimi olan teessürler, ciddi olan mahzunluklar yayılır derler; pek doğrudur. Şimdi ikimize de bir mahzunluk, bir durgunluk gelmişti, sanki bilmeyerek, haberimiz olmayarak irade dışı dans ediyorduk. Müzik kesildiği zaman âdeta bir kurtulma hissiyle nefes alarak durduk. Matmazeli yerine kadar götürdüğüm sırada dedi ki:
“Biliyor musunuz, bu gece benimle hiç neşeli değildiniz! Evvela sürekli olarak cenkleştiniz! Sonra da suratınızı bir karış astınız! Bunu başka biri yapmış olsaydı hemen, Allah’a ısmarladık der, onu olduğu yerde bırakır kaçardım.”
Biraz düşündükten sonra ilave etti:
“Ve öyle yapmadığıma hata ettim, çünkü işte hüznünüz bana da geçti!”
“Beni affediniz, matmazel.” dedim. “Ne garip mahluk olduğumu bilirsiniz, yine bu gece başımda bahar var!”
Bu defa kahkahalarla güldü.
“Azizim, başında baharı olan evinde oturur!”
Ben de gülmeye mecbur oldum.
“Ya başımdaki baharı burada topladımsa?”
Ufacık parmaklarıyla iki yanından eteklerini tuttu, bir dizini indirerek uzun bir reverans yaptı.
“O hâlde…” dedi. “Vakit kaybetmeden eve dönmeli.” Ve sevinçli bir gülüşle karışık ilave etti:
“Adio mahzun bey, neşeli olmaya gayret ediniz.”
“Adio!”
Artık durmadım, bir daha dönüp o telaşlı, o gürültülü salonlara bakmadım; kapıya doğru ilerledim… Birçok kişi daha çıkıyordu. Bir müddet durmaya mecbur oldum ve bilmem nasıl oldu, elimde СКАЧАТЬ