Название: Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç
Автор: Hüseyin Rahmi Gürpınar
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-605-121-965-3
isbn:
Bedriye Hanım: “Halamın yıldızı için söylüyorlar. Artık lamı cimi kalmamış. Geliyormuş, çarpacakmış!..”
Mebrure, korkudan dudakları göğerip titrer bir heyecan hâliyle:
“Hanım teyze, nasıl, ne vakit? Aman fena oluyorum!..”
“Gel, dinle, dinle… (öteki komşuya seslenerek) Emeti Hanım, Hayriye Hanım anlatsın. Pek merakta kaldık. Biz de işitelim, neler olmuş.”
Emeti’yle Hayriye dipsiz küfeyi duvarın kenarına yan yatırıp ikisi de üstüne çıkarlar. Hayriye, işittiklerini bütün önemiyle anlatmaya girişerek:
“Kuyruklunun velvelesi bütün cihanı tutmuş. Bu mayısta çarpacakmış. Şimdiden hazırlığa başlamışlar.”
Bedriye Hanım: “Ne hazırlığına?”
Hayriye Hanım: “Sultanahmet, Beyazıt Meydanlarına seyirciler için kerevetler kurulacakmış. Kırkar paraya seyrettireceklermiş.”
Bedriye Hanım: “A… Hâzen Kebira… Alay mı bu?”
Hayriye Hanım: “Alaydan daha iyi olacakmış. Gökten üzerimize kangal kangal fişekler, taneler, maytaplar yağacakmış. Donanma gibi olacakmış.”
Mebrure, biraz korkuyu unutarak:
“Ay, anne biz de gideriz değil mi?”
Emine Hanım: “Sus, patlama aman oğlan uyudu, gürültü etme!”
Emeti Hanım: “İşte gördünüz mü, hanımlara iş, erkeklere de masraf çıktı. Şimdi kadınlar bu donanma için kim bilir ne süslü çarşaflar yapınırlar?”
Bedriye Hanım: “Hani ya kuyruklu çarpınca bu dünyada kimse kalmayacak diyorlardı? Bir felakete mi uğrayacağız, anlayamadım…”
Hayriye Hanım: “Birkaç türlü söylenti var. Bir söylentiye göre Frengistan’a çarpacakmış, burada bize bir şey olmayacakmış.”
Emeti Hanım: “Oh, ya Rabbi şükür!..”
Bedriye Hanım: “Tanrı bizi esirgesin!”
Hayriye Hanım: “Bir söylentiye göre çarpmayacakmış, yalnız kuyruğu dokunacakmış.”
Mebrure: “Biz, kuyruğunu okşarız, severiz de bize dokunmaz.”
Hayriye Hanım: “Nasıl yapmaz? Kuyruğu zehirliymiş.”
Bedriye Hanım: “Yılan mı bu ayol?”
Hayriye Hanım: “Zehirliymiş. Dokunduğu kimseleri sam rüzgârı vurmuş gibi öldürecekmiş. Kibarlar demir kapaklı mahzenlere girmeye hazırlanıyorlarmış. Fazlıpaşa’daki Binbirdirek’in tepe deliklerini kapatıp içine parayla adam koyacaklarmış.”
Emeti Hanım: “Parası olmayanlar ne yapacaklarmış?”
Hayriye Hanım: “Parası olmayanları kim düşünür, ilahi anne…”
Emeti Hanım: “Biz de bodrumu hazırlayalım bari. Deliği deşiği tıkanırsa mahzen gibidir.”
Bedriye Hanım: “Biz de efendiyle gusülhaneye gireriz. Hiçbir yana penceresi yoktur.”
Mebrure: “Anne, biz de kömürlüğü boşaltalım. Tekir’i de beraber alalım. Zavallı zehirlenmesin.”
Hayriye Hanım: “Bu gece bütün mahalle kadınları Galip Beylerin evine toplanacaklarmış; orada bu kuyruklu hakkında bir konferans vereceklermiş.”
Emeti Hanım: “Ha, işte tamam… Kontras montras diye o cingöz oğlanlar kadınları bir âlâ seyredecekler. Ben o İrfan’ın ağabeysi Ragıb’ı bilmez miyim? Eskiden beri gökyüzüyle bozmuştur. Koca bir dürbünü vardır. Tahtaboşa çıkarıp da ayı, yıldızları seyretmez miydi? Hani ya önceki idare zamanında ‘Efendim, bu herif dürbünle Yıldız’a bakıyor.’ diye curnal etmediler miydi? Bilmem kaç gün hapis yattı. Anasının yüreğine iniyordu. Sonra dürbünü mürbünü ortadan yok ettilerdi. Baksana şimdi gene meydana çıkarmışlar.”
Bedriye Hanım: “Herkeste bir telaş. Bakkal bile fitili almış. Sabun getirdiği vakit neler söylediğini işitseydin güle güle bayılırdın.”
Emeti Hanım: “Ne diyor kızım, ne diyor?”
Bedriye Hanım, bakkalın söyleyişini taklide uğraşarak:
“ ‘Bağa bah… Aman canım bavvvvv çatacahmış, batacahmış, maassâbirin…’ deyip duruyor.”
Ana kız, Bedriye Hanım’ın bu taklitçiliğine o kadar gülerler ki vücutlarının sarsıntısından ayaklarının altındaki çürük küfe göçerek ikisi de yere yuvarlanırlar…
2
İrfan Galip Bey, yirmi iki yirmi üç yaşlarında yeni edebiyat kuşağından, sinirli, güç beğenir, gururu anlayış ve bilgisinden üstün, öğrenimi İstanbul okullarında… Avrupa ilim müesseselerinde okunan bilgilerin özel eserlerden burada da öğrenilebileceğine inandığı için tabiat bilgisi ve felsefedeki derinleşmesinin büyük kısmı özel olarak elde edilmiş, şöhret kazanma hırsıyla inleyip, yirmi paralık haftalık dergilere bedava, büyük değerde satırlar hediye etmekten usanmaz. “Venüs’e iniltili bir hediye” gibi aşk dolu yazılar yazar yahut “İdeal ve vicdan aydınlığının işitilebilir bir aynasıdır” gibi fikir yüceliklerine boğulmuş, karanlık ama büyük, derin sözler… Bazen tutturur: “Bu kâinat içindeki benliğim, varlığımın sınırıyla belli olmak gerekir. O şey ki benden dışarıdadır, ben, o değilim. Ama bence hissedilir durumdaki bir şey nasıl benliğimin dışında sayılabilir?”
Sonra, kitapları önüne açar; “rationalité, réalité, conscience, Le moi et non moi” ve benzeri kelimeleri açıklamanın enginliği içinde bunalır. Bir bahis üzerinde derinleştikçe o şeyin aklındaki eski açıklığı da kaybolur. Büsbütün mana karanlıkları içinde kalır. Daha sonra en sade kelimelerin manalarını bile anlayamayacak bir hâle gelir. Mesela işte manaca en basit olan bu, “sade” sözü öyle bir vasıftır ki bunu kullanırken manasını biliyoruz sanırız. Hâlbuki hiç de öyle değil. Sade ne demektir? Acaba kâinatta bunun tam karşılığını anlatacak bir zerre bulunabilir mi? Hesapta bir’i, geometride nokta’yı basit farz ediyoruz. Ama bu sırf bir faraziyeden ibarettir. Gerçek değildir. Parçalardan meydana gelmemiş bir birimi tabiatta bulmak değil, bu kesinliği zihin bile kabul edemez. Nokta da öyle. Matematik ilimlerinin yapısı bu ilk gerçeklerin kesin olarak ispatlanması temeli üzerine kurulmak gerekse matematik ölçü olan bir’i nereden alıp kestirecek? Kimyada basit cisimler denen şeyler de böyle. Bir cismin yapı bakımından basitliği farz edilse bile başka özellikleri bulunur, yani basit olamaz.
İrfan, memleketine faydalı bir adam olmak için gerçekten çalışır. Ama memleketimizde en gayretliler için bile ciddi öğrenim hemen hemen elde edilmez bir şey olmasından dolayı bir kısım zamanını böyle bilmediği ilim incelikleriyle geçirirdi. İlim yolunda elde ettiklerinden gurur duyardı. СКАЧАТЬ