СКАЧАТЬ
bir şey varsa o da gökyüzüdür. Gökyüzü mavi, yuvarlak bir sahan kapağı gibi dünyanın üzerine geçirilmiş görünür. Hatta içinizden çoğunuz bunun direksiz nasıl durduğuna şaşıp kalırsınız. Gök, bitmez tükenmez bir boşluktan ibarettir. Bu boşluğa astronomi dilinde uzay denir. Bu gördüğünüz koca mavi gök, tavan gibi kubbe biçimi, mavi, maddi bir şey değildir ki onu öyle durdurabilmek için direk dikmeye lüzum olsun. O mavilik hava yığınının sebep olduğu bir renktir. Birçok camı yan yana dizip de bunların arasından öbür tarafa baktığınız zaman nasıl bir yeşillik görünürse bu da tıpkı öyledir. Bulutsuz, duru havalarda başımızın üzerinde gördüğümüz o mavi kubbe bir görme yanlışından başka bir şey değildir. Geceleri görülen yıldızların, gökte bir kubbenin iç yüzüne çakılmış gibi görünmesi de göz aldanmasından ileri gelme bir şeydir. Bu yıldızların birbirine olan uzaklıkları akıllara şaşkınlık, zihinlere durgunluk verecek kadar ziyadedir. Bunlardan ancak iri rasat dürbünleriyle görülebilenlerin uzaklığını kestirebilmek için trilyonlarca kilometre uzaklara çıkmak gerekir. Uzayın akıl almayan derinliği içine gömülmüş olanlarla bizim aramızdaki mesafeyi ölçebilmek için kullanılacak mil, fersah, kilometre vesaire gibi en uzun ölçü birimleri hükümsüz hatta birer sıfır hiçliğinde kalır. Ucu bucağı teknik bilginin ölçme gücünden dışarıda kalan bu boşluğun içi güneşlerle, gezegenlerle doludur. Güneş nedir? Gezegen nedir? En sade sözlerle şimdi size bunları anlatayım: Güneşler, çevrelerine ışık ve sıcaklık saçan iri birer alev, ateş parçalarıdır. Gezegenler, bizim güneşimizin çevresinde dönenlere nispet edilirse aslında onlar da birer ateş parçasıyken zaman geçtikçe üzerleri dünyamız gibi kabuk bağlayarak artık parlaklığı kalmamış ama ışık ve sıcaklığını çevresinde döndükleri güneşten alan dünyalardır. Dinleyici hanımların içinde bugüne kadar astronomi hakkında hiçbir bilgi edinememiş olanlar bu sade sözlerimden pek kesin bir gerçeğe ulaşamazlar sanırım. Tariflerimi daha sadeleştireyim. Bahçede, kırda, pencere kenarında, balkonda elbette rastlamışsınızdır. Tekerlek tekerlek örümcek ağları vardır. Örümcek, kendi bu ağın göbeğinde oturur. Bu kurduğu tuzağa düşecek avları bekler. Şimdi böyle bir ağı gözünüzün önüne getirip orta yerdeki örümceği güneş diye alarak onun çevresinde dolana dolana büyüyen örümcek tellerinin üzerinde de birbirinden uzak noktalarda ufak ufak gezegenler düşününüz. Feza içindeki ‘Güneş Sistemi’ denilen şekli, o topluluğu biraz aklınızda canlandırmış olursunuz. Ama ‘gezegen’ demek, gidici, yürüyücü demektir. Örümcek ağının çevresinde var kabul ettiğimiz gezegenler kımıldamadığı hâlde güneşin çevresindekilerin hepsi kendilerince belirli hızlarla birer hayalî halka üzerinde ta yaratılıştan beri hiç durmadan dolanmaktadırlar. Her gezegenin, güneşin çevresinde üzerinde döndüğü farz edilen hayalî daireye o gezegenin yörüngesi adı verilir. Şimdi bu ‘feza, gezegen, Güneş Sistemi ve yörünge’ sözlerine iyice dikkat etmenizi rica ederim. Çünkü ilerideki tariflerimizin güzel anlaşılabilmesi için bu ilk tariflerimizin akılda tutulması lazımdır. Güneşi büyük bir muma, yani güzellik mumuna, gezegenleri de onun çevresinde dolanan pervanelere benzetirsek pek bayağı ama eskileri andıran bir şairlik yapmış oluruz. İçinizde hiç okumamış olan hanımların pek sade de olsa bütün bu tariflerden daha memnun olamadıklarını anlıyorum. Güneşin fezada, çevresinde dönen gezegenleriyle beraber bir tarafa düşmeksizin öyle boşlukta nasıl asılı durduğunu çoğunuzun aklı almıyor değil mi? Hakkınız var. Biz bu dünyada öyle duygu aldanmaları, öyle sanılar içinde yaşarız ki bilimin bize gösterdiği büyük büyük teorileri, gerçekleri, biz bu küçük aklımızla çevremizdeki ufak tefek eşyaya benzeterek, uydurarak hep yanılırız. ‘Düşmek’ nedir? Bir kere bunu düşünelim. Sokakta giderken düşmek, pencereden düşmek, damdan düşmek, minareden düşmek, nihayet yangın kulesinden düşmek… Bizim için düşmenin en büyük ölçüsü bu değil mi? Haydi bir baloncuyu birkaç bin metre kadar yüksekliğe çıktıktan sonra kazaya uğrayıp düştü farz edelim. İşte bu kadar… Düşmenin bundan ilerisi, bilim dışında düşünenler için bilinmeyen bir iş… Ondan öteye gidilmemiş ki nasıl ve nereye düşüleceğini bilelim? Uzayın ucu bucağı olmadığını söyledikti ya… Şimdi bir cismi, salt boyut dedikleri bu boşluğun derinliklerine doğru sürüp götürelim. Yer yuvarlağını kaybedecek uzak bir yere götürerek orada bırakalım. Şimdi bu cisim nereye düşecek? Her tarafı bizim aklımızın alamayacağı derecede bir genişlikle kuşatılmış. Hem düşmek denilince bu olayın yukarıdan aşağıya doğru olduğunu biliriz. Bizim için aşağılık, yukarılık yeryüzüne göre beliren bir şeydir. Yer yuvarlağından onu kaybedinceye kadar uzaklaşınca aşağı, yukarı kelimelerinin manaları da bu uzaklıkla beraber kaybolmuş olur. Uzayın böyle bir noktasında mademki artık aşağı, yukarı kelimelerinin manaları yoktur. Yukarıdan aşağıya hızlı inmek demek olan düşmek kelimesinin de bir anlamı kalmaz.
Etrafı böyle salt boyutla, yani sonsuz bir boşlukla çevrili olan bir noktada yukarısı aşağısı yok, inmek çıkmak, düşmek yok ama bunlara bedel genel çekim denilen bir güç vardır. Kâinattaki her cisim bu gücün hükmü altındadır. Bu kuvveti teknikte şöyle tarif ederler: ‘Bu âlemde var olan cisimler, birbirini, cevherleriyle düz orantılı, aralarındaki mesafenin karesiyle ters orantılı olarak çekerler.’ Siz bu tariften hiçbir şey anlayamazsınız. Bu kanunların açıkça anlaşılabilmesi matematik bilgileri, mekanik bilgisi ve benzeri şeyleri bilmeye bağlıdır.
İşte bu çekim kanunu uyarınca uzaydaki hesapsız güneşler, gezegenler, kendi hacimleriyle birbirlerine karşı olan uzaklıklarına oranla öyle bir düzen meydana getirmişlerdir ki her zaman matematik bir intizam içinde dönerler. Bizim güneşimiz uzaydaki sayısız yıldızlar arasında önemi olmayan bir yıldızdır. Güneş, yer yuvarlağından bir milyon iki yüz yetmiş bin defa büyüktür. Bize pek büyük görünen bu dünyadan bir milyon iki yüz yetmiş bin kere büyük olan bir şeyin artık aşırı iriliğini tasarlayın. Ama uzayın sınırsız genişliği içinde bu koca cisim, kaybolmuş bir noktacık kadar önemsiz kalır. Güneşimiz, bulunduğu merkezden çekiminin görünmez ağı içinde tuttuğu gezegenlere güya hasretle kollarını uzatmış da onları çevresinde sapan taşı gibi çeviriyor sanılır. Bu gezegenler güneş çevresinde kendilerini çeken bu ateş merkezine düşmeyecek kadar büyük ama o tutkunlarını o merkezî çekimden ayırıp uzaya fırlatabilecek kadar bir santrifüj itici güç yaratmaktan küçük birer hızla dönmektedir. Sizin anlayacağınız bir kuvvet, gezegenleri güneşe doğru düşürüyor, başka bir kuvvet de uzaya doğru itiyor. Bunlar ne güneşe ne de uzaya gidemediklerinden bu iki zıt gücün tayin ettiği bir ortamda dolanıyorlar.
Güneşin çevresinde sekiz gezegen vardır. Bunların hepsi kendi yörüngeleri üzerinde dolanırlar. Dünyamız üçüncü gezegendir. Yani güneşe bizden daha yakın Utarit ve Zühre adında iki gezegenden sonra bizim yörüngemiz gelir. En yakın olan Utarit’in güneşe uzaklığı 14.300.400 ve en uzak bulunan Neptün’ün 1.100.000.000 fersahtır. Bu saydığımız gezegenlerden başka güneşin kendinden pek ziyade uzaklaşan uçarı tabiatlı birtakım gezegenleri daha vardır. Bunların yörüngeleri elips dedikleri şekildedir. Daha Türkçesi yumurtanın bir ucundan öteki ucuna olan uzun yuvarlağı biçimindedir. Güneşin çekicilik hükmü şimdilik son gezegen sayılan Neptün’de bitmez. Daha ondan öteye milyarlarca kilometre mesafelere kadar sürer.
Bu kuyruklu yahut perçemli dediğimiz sürtük gezegenler güneşten pek ziyade uzaklaşırlar. Uzaklaştıkça hızları azalır. Sonunda uzayın karanlık, donmuş, o ebedî ayrılık gecesinden bir korku hissi ve sevgiliye hasretle sarılarak ağır ağır geri dönerler. Bu dönüş sırasında sevgili hasreti güya her saniye artan bir şiddetle yükselir, çekicilik büyür. Gittikçe ışık ve sıcaklığını arttıran bir hızla, ateş saçan bir aşkla uzayları
СКАЧАТЬ