“Uç mübarek, uç!..”
Uçup da kendisini mirasına kondurmadığı mübarek babasına karşı çocukluğundan beri beslediği kini yine olanca şiddetiyle duydu. Karmakarışık küfürler savurmaya başladı. Mermer basamağın soğuğu karnına sancıdan bir bıçak gibi saplanıyordu. Sızamadı. Duruyor, duruyor, mecalsiz hamlelerle başını yukarı kaldırarak bağırıyordu:
“Uç mübarek, uç!..”
“Uç mübarek, uç…”
Zikrini keserek bin birlik tespihine dehşetle sarılan İmadeddin Efendi gözlerini faltaşı gibi açtı. Tıkandı. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Etrafına bakındı. Hiçbir şey göremedi. Duvarlar boştu. Tavanda kandilinin belirsiz aydınlığı dalgalanıyordu. Acaba aldanıyor muyum? diye düşündü. Olanca dikkatiyle kulağını kabarttı. Duyduğu sedanın gayet derinden, gayet yüksekten aksettiğini işitti:
“Uç mübarek, uç…”
Secdeye kapandı. Gözlerinden yaşlar geldi. İşte hatiften kendine hitap olunuyordu. Titreyerek doğruldu. Yirmi yıldır kapalı duran kalın perdeyi kaldırdı. Pencereyi açtı. Kömürden daha siyah bir karanlık vardı. Heyecandan, korkudan kendini kaybetmişti. Hatifin sesini tekrar işitti:
“Uç mübarek, uç…”
Gözlerini kapadı. İşte yarım asırlık ibadetten sonra keramete eriyordu. Yarın Yesevi gibi mezar çilesine girecekti. Demek Allah buna razı olmadı. Artık yarın sabah dünya yüzünde bulunmayacaktı. Erdiği kerametin huzuru içinde pencereye tırmandı. Hatifin çağırdığı tarafa, yukarıya doğru asabi bir hamle ile atıldı. Hemen aşağıya uçtu.
Kötü Tahsin karanlıkta küttedek önüne düşen şeye baktı. Baktı. Ne olduğunu göremedi. Dizlerinin üstünde sürünerek gitti. Eliyle yokladı. Yumuşak bir şey… Bir aba… Sevindi. “Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz.” diye sırıttı. Sokakta kaldığını anlayan sevgili anneciği işte yukarıki odadan kendisine yatacak bir battaniye ile şilte atmıştı. Başını şilteye yerleştirdi. Hemen sızıverdi.
İki saat sonra mescide sabah namazına gidenler gayet korkunç bir manzara karşısında titrediler. Sokağın ortasında… Ölmüş babanın naaşı üzerinde sarhoş oğul yatıyordu. Mahalle, bütün semt, feci heyecanla uyandı. Kötü Tahsin’i parçalayacaklardı. Tutuldu. Bağlandı. Hemen hapse tıkıldı. Ama tahkikat neticesinde hiçbir şeyden haberi olmadığı meydana çıktı. İmadeddin Efendi’nin penceresinden kendi kendini attığı anlaşıldı.
Babasının kırk yıllık sakin ocağını, Beyoğlu arkadaşlarıyla gürültülü bir meyhaneye çevirerek konduğu mirası bin türlü rezaletle yerken kimse Kötü Tahsin’e aldırmıyor, herkes İmadeddin Efendi’ye lanetler yağdırıyordu. Ama bıraktığı hayrulhalef için değil; sırf kendi kendisini öldürdüğü için… Evet, halk zavallı adamcağızın nasıl haberi olmadan, keramete ererek, aceleyle yanlış tarafa uçtuğunu hiçbir vakit anlayamadı. Evliya sanarak daha sağlığında ruhuna “Fatiha, Yasin” okuyanlar, şimdi onun nefsine reva gördüğü bu çirkin cinayeti asla affedemiyorlar: “Biz ne bilelim! Dinsizin, imansızın biriymiş! Cenazesi yıkanmadan, namazı kılınmadan cehenneme gitti işte…” diyorlardı.
MÜJDE
Sabaha yakındı. Arkamızda bıraktığımız tepelerin üstü morlaşıyordu. Genç şairlerle bizi siperlere doğru götüren arabalar, karanlığın içinde, birbirinden, intizamsız kafilelerle ayrılmış tıpkı bir “dargın seyyahlar” kervanı gibi ilerliyordu. Sağımızda siyah körfezin denizi, uyanık dalgalarıyla ötüyor, sazlığa benzeyen karaltılar ta sahile kadar uzanıyordu. Yarımadanın berzahındaki bu geniş yol biraz tehlikeliydi. Sigara içilmeyecek, kibrit, fener yakılmayacaktı. Ömründe ilk defa harp mıntıkasına giren acemi bir asker heyecanı duyuyorduk! Gözlerimiz görünmeyen ufuklarda kruvazör, torpido hayalleri arıyordu. Araba arkadaşım şairlerin gözlüklüsü, “Bakın!” diye açık perdeden parmağını uzattı, “Bir ziya var. Hafif bir ziya…”
“Nerede?”
“Denizin ortasında…”
Öteki şairle beraber ben de onun gösterdiği tarafa dikkatle baktım. Hiçbir şey göremedim. Bu genç gündüz bile çok uzağı görmüyordu. Gülüştük. Sanki şosenin kenarında bizi dinleyen bir kulak varmış gibi yavaş bir sesle konuşmaya başladık:
“Torpido falan olsa zaten ışık yaymaz.”
“Ama bacasından bir kıvılcım çıksa yine görünür.”
“Tutalım ki kenarda bir torpido var. Yoldan geçen her arabaya ateş eder mi?”
“Eder ya…”
Şairlerin en genci bana, “Niçin edecek?” diye sordu. Latife etmek istedim:
“Düşman her arabayı cephane farz etmeye mecburdur.”
“Yok canım…”
“Ya arabadakiler yaralılarsa?..”
“Yaralılar geceleyin fenerleri söndürülmüş arabalarla gizlice götürülmez”
“Eee?..”
Yolun birkaç kilometre süren sahil kısmını, konuşurken nasıl geçtiğimizi duymadık. Yine denizin sesi sustu. Yine küçük tepelerin mahmur sükûnu başladı. Göğün morlaşan kenarı eriyor, menekşe rengine giriyordu. Etrafımızdaki çalılar uyumuş seyirci gölgeler gibi göründü; arabamız durdu. Eğildim. “Ne oldu?” diye arabacıya soracaktım. Bize refakat eden nazik zabiti fark ettim.
“Artık yine toplu gideceğiz. Yol mahfuzdur, sahilden görünmez.” dedi. Geridekilerin yetişmesi için küçük bir mola verilecekti. Hemen aşağı atladık. Her gelen arabayı sanki uzak bir gurbetten dönüyormuş gibi karşıladık. Yarım saat geçmeden kafilemiz yine hareket etti. Göğün menekşe renkli kenarı pembeleşiyor, küçük yıldızlar siliniyordu. Bütün ufuk şimşek çakmış gibi ansızın aydınlandı; havada büyücek bir ateşin parladığını, doğuya doğru yeşil, sarı, sincabi alevler saçarak düştüğünü gördük.
“Top güllesi!”
“Bomba!”
“Tayyareden atıldı!”
“Gece tayyare uçar mı?”
“Ya bu ne?”
“Şahap.”
“Hayır…”
…
Ben, “Hacer-i semavi olmalı.” dedim. Gülle, bomba, tenvir tabancası olmadığına şüphe yoktu! Pek yükseklerden tutuşmuş, pek uzaklara, pek uzak ufuklara düşmüştü. Ama şahap СКАЧАТЬ