Külah. Омер Сейфеддин
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Külah - Омер Сейфеддин страница 6

Название: Külah

Автор: Омер Сейфеддин

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6485-46-4

isbn:

СКАЧАТЬ ayakta durmak, dolaşmak, dinlenmek istiyorlardı. Ben daha arabadaydım. Bir ses işittim:

      “Havaya bakın, arkadaşlar, havaya bakın!”

      Eğildim. Gözlerimi yukarı kaldırdım. Hava gayet parlak, gayet açık mavi, gayet saftı. Bulut filan yoktu.

      Aynı ses tekrar haykırdı:

      “Bakın, ‘fethün karib’ görmüyor musunuz?”

      “Ne, ne?”

      “Ne tarafta?..”

      ?..

      …

      !..

      Herkes yukarı bakıyordu. Ben de aşağıya atladım. Onların yanına gittim. Gökte dolaşmış, şeffaf bir kurdele gibi ince, belirsiz bir duman yığını vardı.

      “ ‘Fethün karib’ değil mi?”

      “İşte ha!”

      “İşte ‘Kaf’ın başı.”

      “Vallahi!”

      “Vallahi ‘fethün karib’ işte…”

      …

      Hakikaten havadaki bu ince duman yığını tıpkı girift bir sülüs yazıya benziyordu. Benim gözüm de -bana rağmen- “fethün karib” terkibini okuyordu.

      “Deminki ‘hacer-i semavi’ hadisesinin bıraktığı iz olacak!” dedim. Kimse işitmedi bile… Hepsinin gözü gökteydi. Hepsi, Allah’ın işaretini gören müminler gibi dalgındı. Müphem bir vect içindeydi. Yalnız kafilenin genç doktoru bu büyük manevi işarete, görmeyenleri de sonradan inandırmak için minimini Kodak’ını havaya kaldırmış, “fethün karib” müjdesinin fotoğrafını çekmeye çalışıyordu. Bu ince, bu şeffaf duman yığını epey müddet gökte durdu. Yavaş yavaş silinirken bile şekli bozulmuyor, sarih bir katiyetle okunuyordu: Fethün karib…

***

      Genç şairler karargâhlarında kumandanlara, siperlerde zabitlere, neferlere hep parlak, mavi göğün -o gelirken gördükleri- büyük müjdesini; büyük bir imanla, büyük bir samimiyetle anlatıyorlar, onları da kendileri gibi bu büyük mucizeye inandırıyorlardı. Orada, Çanakkale’de ezeliyet fecrine giden gizli manevi yollara benzeyen uzun, nihayetsiz siperler içinde benim de -bilmem nasıl oldu- gelirken gördüğüm şeyin Tanrı eliyle yazılmış “fethün karib” müjdesi olduğuna şüphem kalmadı! Hatta yavaş yavaş “Hacer-i semavi izinden kalan duman!” dediğime bile pişman oluyor, sanki ağır bir küfür ettikten sonra mabedine giren küstah bir günahkârın vicdanındaki azapları duyuyordum.

      TERAKKİ

Tekellümî Hikâye

      Fantezi

      Yaz… Ramazan! Hava öyle sıcak ki… İndirilmiş perdelerin arkasında gizli gizli tutuşan fakat hiç gürültüsü duyulmayan bir cehennem var sanılacak. Niyazi’yle Neşet, duvarları yeşil kâğıt kaplı odanın kapı tarafındaki geniş bir koltuğa iki canlı keyif heykeli gibi uzanmış, sigaralarının dumanları içinde konuşuyorlar:

      …

      “Evet.”

      “Olur iş değil!”

      “Bu kadar az zaman içinde!”

      “Bu kadar terakki!”

      “Bu kadar değişiklik!”

      “Âdeta insan gözlerine inanmayacak.”

      “Sekiz on sene evvelki yolları, evleri, arabaları, tramvayları, kıyafetleri, hele o vapurları bir hatırla.”

      “Telefon yoktu be!”

      “Elektrik var mıydı?”

      “Ya sinema?”

      “Ya otomobil?”

      “Ya gramofon?”

      “Yalnız o vardı işte…”

      “Vardı ama nasıl?”

      “Nasıl?”

      “On beş sene evvel ben kırk paraya lastik boruları kulağıma takar, öyle bir garibe, bir hadise karşısında imiş gibi hayretle dinlerdim.”

      “Tayyareye ne diyeceksin?”

      “Olur iş değil.”

      “Kim böyle kuş gibi havada uçulacağına, Türklerin de uçacaklarına inanırdı?”

      “Zeplin?”

      “Vay anasını. Koca bir zırhlı. Fakat havada uçuyor. Farkı bu.”

      “Bu muhakkak.”

      “Pekâlâ. Ama pahalılığa ne diyeceksin?”

      “Tabii her şey gibi paranın da kıymeti değişti. Para çoğaldı. Malların fiyatları yükseldi.”

      “Para çoğaldı mı azaldı mı?”

      “Azaldı mı çoğaldı mı?”

      “Vallahi bilmiyorum.”

      “Ben de bilmiyorum.”

      “Bilmediğimiz şeye karışmamak…”

      “Bu doğrudur ama…”

      “Ama?”

      “Bizim elimizden gelmez.”

      “Fakat şunu itiraf etmeli ki her gülün bir dikeni olur.”

      “Tabii…”

      “ ‘Terakki’nin de bazı pot gelen cihetleri olacak.”

      “Ne gibi?”

      “Mesela…”

      Niyazi, misalini söyleyemez. Sokaktan şiddetli, keskin, gür, canlı, latif, parlak, ahenkli bir ses gelir:

      “Dünya değişti. Eski günler geçti. Merhamet, mürüvvet, insaniyet kalmadı. Herkes keyfinde, eğlencesinde. Kimse kimseyi düşünmez oldu. Bu ne hâldir?”

      Birbirlerinin yüzlerine bakışırlar. Gayriihtiyari, sârî bir hareketle, tellenmiş sigaralarını önlerindeki tablada söndürürler:

      “Bu ne?”

      “Bilmem…”

      Sokaktan gelen ahenkli ses aynı şiddet, aynı letafet, aynı azamet, aynı belagatle devam eder:

      “… Dünya bir cifedir. Hayf onu isteyen köpeklere. Uyanın, kâinata ibretle bakın. Fâni olan şeylere aldanmayın.”

      Neşet, СКАЧАТЬ