“Kaptan, haydi kalk, gayet çabuk, Hacı Hasan Bey’i benim yanıma getireceksiniz. Ben merkeze gidiyorum. On dakikaya kadar evinin kapısına iki nöbetçi bırakacaksın. Kimse dışarı çıkmayacak. Haydi, gayet çabuk…”
Hızla ayağa kalktı. Arkadaki ambardan gelen haykırışları hiç işitmiyor gibiydi. Kapıya yürüdü. Dışarı çıktı ve bekleyen atına bindi. Demin koşa koşa geldiği yerlerden şimdi yavaş yavaş geçiyordu. Birçok dükkân açılmıştı. Ahali duruyor ve kendisini selamlıyordu. Fakat o hiç etrafını görmüyordu. Gözlerini eyerin kuburluklarıyla atın doru boynundan hasıl olan gölgeli çizgiye dikmişti. İçinden duyulmaz bir seda damarlarına yayılıyor, dimağında, kalbinde, “Bir saat sonra… Bir saat sonra…” diye tatlı bir akis bırakıyordu. Merkez kumandanlığına geldi. Şehrin saati alaturka altıyı vuruyordu. Atından indi. Fırındaki kaşıntıları artık uyuşmuştu. Şimdi bütün vücudu katılaşmış, sanki kaskatı olmuştu. Dalgın ve habersiz, yukarı çıktı. Odasına girdi. Jandarma Kumandanı Zankof’la Polis Müdürü Lapof kendisini bekliyorlardı. Oturur oturmaz konuşmaya başladılar. İşler yolunda gidiyordu. Hatta konsoloslardan bazıları mutasarrıf Rayef’e, işgal esnasında gösterilen intizam ve adaletten dolayı teşekkür bile etmişlerdi. Civardaki ve ovadaki İslam köylerinde nasıl temizlik yapılacağını müzakereye koyuldular. Karar verdiler. Katliamcılar tayin edildi. Zankof’la Lapof emirlerini vermekte gecikmemek için durmadılar, gittiler. Radko yalnız kalmadı. Dimço’nun çetesinden dört haydut, Hacı Hasan Efendi’yi getirmişlerdi. Bu; abani sarıklı, rahat ve saadetinden, hareketsizlikten kalınlaşmış, tombul, nazik, orta boylu bir adamdı. Koyu kumral top sakalının üstünde pembe ve şiş yanakları parlıyor, çizgisiz yüzünde sarı bir korku gölgesi beliriyordu. Düşman kumandanından, ümit ettiği iltifatı görmemekten şaşırmış gibiydi. Radko, kendisini oturtmamıştı bile…
“Adın ne?”
“Hacı Hasan…”
“Bankada ve evinde kaç liran var?”
Hâli ve mevkiyi takdir edemeyen Hacı Hasan Efendi, cevap veremedi. Aptal aptal karşısındaki Bulgar zabitinin yüzüne baktı. Eğer böyle şeyler olacağını bilseydi, ordu ile çekilmez, Selanik’e kaçmaz mıydı? Ama Balkan ordularının medeniyet, meşrutiyet getireceğini ümit etmişti.
“Söyle, kaç lira?..”
“Susuyorsun. Mahkemeye havale edeceğim, orada bülbül gibi söylersin. Evinde kaç kişi var?”
“Altı…”
“Adlarını söyle, yazacağım.”
Hacı Hasan Efendi tekrar şaşaladı. Buna ne lüzum vardı? Bu münasebetsizlik değil miydi?
“Raciye…”
“Kadın mı, erkek mi, senin nen?”
“Kadın, kaynanam.”
“Bir… Sonra?”
“Fatma, karım.”
“İki… Sonra?”
“Tarık, Zeynel Abidin, Halit, erkek çocuklarım.”
“Beş… Sonra?”
“Lâlî… Kızım.”
“Lâle… Altı.”
Hacı Hasan Efendi tecvit ve Arapça gayretiyle “ayın” harfini şiddetle çatlatarak tashih etti:
“Lâle değil, Lâlî, efendim.”
“Lâle, Lâlî, her ne ise… Başka kimse yok mu?”
“Dört tane hizmetçi var.”
“Başka?”
“Bir de ihtiyar uşak. Hepsi bu…”
“Senin evin güzelmiş. Bize lazım. Sen mahkemeye gidersin, paralarını söylersin. Lâle haricinde çoluğun çocuğun başka yere çıkarılacak. Lâle evin temizliğine bakmak için kalacak…”
Hacı Hasan Efendi kulaklarına inanamıyordu. Böyle şey olur muydu? Bu kadar konsolos varken… Cevap vermedi. Yutkundu. Başı dönüyor, elleri titriyordu. Radko ayakta, asker vaziyetinde duran komitacılara isimleri yazdığı pusulayı uzatarak Bulgarca emrini verdi:
“Bu adamı fırındaki mahkemeye teslim ediniz. Beni beklemesinler, istintakına devam etsinler. Parasını saklıyor. Sonra evi bize lazım. Evinde on iki kişi var. Yalnız Lâle ismindeki kız kalacak. Öbürleri beş dakikaya kadar evden çıkarılacak. Bu çıkanlar serbesttirler. Boyunlarına hemen hürriyet kurdelesi bağlayınız…”
“Hürriyet kurdelesi bağlayınız.” demek, “Kafalarını kesiniz.” demenin komitacasıydı. Radko biraz durdu. Ve elini masanın üzerine vurdu:
“Haydi çabuk, söylediklerimi Dimço Kaptan’a anlatınız. Dikkat edin, kız kaçmasın! Evin kapısından nöbetçiler ayrılmasınlar. Hızlı bir süvari ile bana haber gönderiniz. Gelip gezeceğim. Haydi, marş! Çabuk!”
Hacı Hasan Efendi bir şeyler söylemek istedi. Lakin komitacılar onu dışarı çıkardılar. Kapı kapanınca Radko ayağa kalktı. Bir aşağı bir yukarı gezinmeye başladı. İşte nihayet yarım saate kadar Lâle, Serez’in en güzel kızı, kendisinin olacaktı. Yine hayalinde, fırındayken dalga geçtiği o harem köşesi, mor ve parlak halelerle karışık hâlde canlanıyor, bir esatir şiirinin rüyalara giren müphem akisleri zihninde büyüyor, uzuyor, derinleşiyordu. Hafif, mavi hareli ziyaların akıcı gölgeleriyle görülmemiş çiçeklerden yapılmış bir bahar yatağını andıran ipek sedirde bir çıplak kız, baygın ve yorgun geriniyor, yüzükoyun dönüyor, bacaklarını geriyor; dağınık, siyah saçlarıyla örtülen beyaz ve sivri memelerinin üzerine abanarak, sarıldığı menekşe rengindeki yumuşak yastığı sıkıyordu. Ve dışarıdaki süvari kollarının gürültülü nal seslerini, hükûmete toplananların uğultusunu asla duymayan Radko, hülyasının karşısında kalbinin çarpıntılarını pekâlâ işitiyordu. Yarım saat geçmemişti. Kapı vurulunca durdu ve uyandı. Giren süvari evin hazır olduğunu ve içinde yalnız bir kız bırakıldığını söylüyordu. Radko yaverini çağırdı. Ona üç saate kadar bir yere gideceğini, bu üç saat esnasında СКАЧАТЬ