“Ne kadar çete reisi varsa beş dakikaya kadar hepsi buraya…” emrini verdi. Yaver koşarak dışarı çıktı. Biraz sonra şehrin bütün sokaklarında süvariler dörtnala koşmaya başladılar. Henüz nizamiye ve gönüllü taburlarının neferleri dağılmamıştı. Radko beş dakikayı boş geçirmek istemedi. Sabahtan beri hiçbir şey yememişti. Hizmetçisini çağırdı. Onun getirdiği kızarmış eti, şarabı, iri ve sulu elmaları acele ile yuttu. Sonra Türk kumandanının daha toz konmamış olan yumuşak ve geniş koltuğuna yerleşti. Sigarasını yaktı. Burası; kalın, fes rengi perdeli, halı döşeli süslü bir oda idi. Bir askerî mevkiden ziyade dul ve ihtiyar bir kadının hücresine benziyordu. Duvarlarda askerliğe ait ne bir levha, ne bir program, ne bir timsal vardı. Köşede cevizden camlı bir dolabın üstünde büyük bir nargile, efendisiyle kaçmamış da korkusundan apışıp kalmış gibi uslu ve sessiz duruyordu. Etin kokusunu duyan ve iki üç gündür şüphesiz aç kalan tekir bir kedi kapıdan bakıyor, gözlerini Radko’nun gözlerine dikerek masum ve hissiz bir seda ile miyavlıyordu. Radko insana uyku getiren bu yumuşak koltukta duramadı. Ayağa kalktı, gitti, açık pencerenin kenarına dayandı. Aşağıda kaynaşan askerlere bakarak planını zihninden geçirdi. Serez’de Türkler çok zengindiler. Şimdi bunların kaçamayanları toplanacak, evvela işkence ile kasalarındaki ve bankadaki paraları alınacak, sonra fidye gibi bütün mülkleri Bulgar mekteplerine verdirilecek, en nihayet hepsi vaftizlenip Hristiyan yapıldıktan sonra öldürülecekti. Bu, yarım saatlik bir işti. Lakin geriye güç bir şey kalıyordu. Şehirde en güzel Türk kızının hangisi olduğunu anlamak… Kendisine Cuma’dan, Osenova’dan seçilen on dört on beş yaşında dokuz tane kız getirmişlerdi. Çadırda esvaplarını soydurdu, vücutlarına baktı, beğenmedi. Bunların ikisi güzelce idi ama pek zayıf ve sıtmalı idiler. Yedisi âdeta köylü idi. Kolları, bacakları, belleri kalındı. Avazları çıktığı kadar ağlıyorlar, işten kabalaşan elleriyle yüzlerini kapamaya çalışıyorlardı. Gürültülerinden, hıçkırıklarından hiddetlenmiş, hepsini taburun askerlerine vermişti. Onlar da aralarında taksim ettiler, her takıma birer tane düşüyordu. Çırçıplak soyup, şarabı içirtip hora teptirerek sabaha kadar eğlendiler… Radko sabahleyin geçerken atının üzerinden, yolun kenarındaki hendekte bu kızların süngülenmiş ölülerini görmüştü… Kendisine layık kız burada, Serez’de idi. En güzellerinden üç tane ayıracak, muharebenin nihayetine kadar öldürmeyip keyif çatacaktı. Bu üç güzel Türk kızının hayali gözünün önünden gitmiyor; onların kollarında bulacağı zevki, ne Paris’teki aktrislerin ne de Sofya’daki şantözlerin balina, kauçuk, helyotrop kokan şüpheli lezzetlerine benzetebiliyordu. Ezelî ve görünmez bir sır içinde gizli gizli büyüyen bu kıymetli çiçeklerin kokuları başka, pek başka olmalıydı…
Cami tarafından çete reislerinin birkaç askerle konuşarak geldiklerini gördü. Bu reisler gür saçlı, sakalları uzun, vahşi görünümlü, tepeden tırnağa kadar silahlanmış heriflerdi. Hepsi Balkaneski’yi tanırlar, ona karşı korku ile karışık bir muhabbet, dehşet ile karışık bir ihtiram beslerlerdi. Çünkü Sofya’ya giden bir Makedonyalının onu görmemesi imkânsızdı. Makedonya komitasının bu korkunç müfettişi adam kesmekten hazzetmezdi. Öldüreceği, laf söyleteceği adamı diri diri fırına kor, gözünün önünde yakardı. En kaşarlanmış, binden ziyade adam öldürmüş çete reisleri bile Balkaneski’nin cehennemi andıran fırını karşısında kalplerinin ürperdiğini duyarlar, onun soğukkanlılığından titrerlerdi. Komitacıların konuşarak merdivenden çıktıklarını işitti. Pencereden ayrıldı. Koltuğun önündeki yeşil çuha örtülü masaya dayandı ve bekledi. Bu onun resmî vaziyetiydi. Kapı vurulunca:
“Giriniz.” dedi. Bunlar on iki reis idiler. Gülerek hepsinin ellerini sıktı. En yaşlıları olan ak sakallı Dimço’nun, bu, tam yarım asır hiç dağdan inmemiş olan ihtiyar katilin omzunu okşadı ve yanına oturttu. Hizmetçi neferin koridordan getirdiği sandalyelere oturarak hepsi masanın etrafında toplandılar. Tüfekleri kucaklarında duruyordu. Nefer dışarı çıkıp kapıyı kapayınca Radko ayağa kalktı. Elini masaya dayadı.
“Sizi niçin çağırttım kardeşler…” dedi, “Biliyor musunuz? Mühim işlerimizi müzakere edip karar altına almak için…”
Ve mukaddimeye falan lüzum görmeksizin serbest ve büyük adamlara mahsus bir talakatle hâl ve mevkiyi izaha başladı. Serez ehemmiyetli bir yerdi. Hususuyla konsoloslar… Yapılacak ameliyat bu hain ve ahlaksız Avrupalıların gözlerine görünmemeliydi. Şimdi hemen ne kadar zengin varsa hepsi bir binada toplatılacaktı.
Şehrin en büyük fırını hazırlanacak, ali mahkeme için lüzumu olan sandalyeler, büyük masa, kırmızı örtü, İncil, ip, zeytinyağı, kerpeten, ustura, şiş vesaire gibi şeyler oraya götürülecek, vakit geçirmeden işe girişilecekti. Zenginlerden paraları tamamıyla alındıktan sonra umumi yağmalara izin verilecek, şehrin Türk kızları askerlere dağıtılacak, askerlerin arasında kavgaya, rekabete meydan vermemek için mahalleler bölük dairelerine ayrılacaktı. Her bölük kendi dairesindeki kızları, bir hafta sıra ile alıkoyacak, bu esnada kimsenin münasebetsizlik etmemesine, komiteler tarafından tertip olunan devriyeler dikkat edecekti.
Kızların yanında bütün gece kalmak, rakı, şarap içmek yasaktı. Bir nefer bir kızın odasında bir saatten ziyade duramayacak, işini bitirdikten sonra sırasını, bekleyen askere bırakacaktı. Sekiz yaşından aşağı kızlara dokunulmayacak, bunların çirkin, zayıfları öldürülecekti. Güzel, kuvvetlileri toplanıp vaftizlenerek Bulgaristan’a gönderilecekti. Yalnız çok ihtiyarlar, Hristiyan olurlarsa sağ bırakılacaktı. Bir yaşından altmış yaşına kadar erkek, sekiz yaşından kırk beş yaşına kadar bütün kadınlar, kızlar, cesetleri meydanda kalmamak üzere sessizce kesilecek; geceleri merkez taburundan çıkarılacak angaryalar vasıtasıyla, yine iki komita reisinin nezareti altında şehrin dışarısındaki hendeklere gömülecekti. Ak sakallı Dimço, poturunun cebinden, otuz sene evvel pusuya düşürdüğü bir Türk beyinin kuşağından alarak yadigâr sakladığı gümüş tabakayı çıkardı. Kaim sigarasını sararken Balkaneski’nin lafını kesti:
“Affedersiniz, gospodin.” dedi, “Ufak çocuklardan, kadınlardan ne istiyoruz? Biz muharebe ettik. Buraları aldık. Onların canlarını bağışlamalıyız. Onlar bize silah atmadılar. Hem zaten artık burada oturamazlar, hep muhacir olurlar, yarın savuşup giderler…”
Merkez kumandanı gülümsedi. İhtiyarlıktan, yani zaaftan nefret ederdi. İnsanlar ihtiyarladıkça, ölüme yaklaştıkça pek tabii bir tebeddül hadisesinden başka bir şey olmayan ölümü sevmezler, vukuuyla mutlaka diğer bir hayatı bâis olan ölümden çekinirlerdi. СКАЧАТЬ