Michelangelo ilk başyapıtını icra etmişti.
Üzerine bir ferahlık çökmüş, siyah beneklerin yok olmasıyla görüşü tekrar düzelmişti. Henüz bir bebekken anne ve babası onu, bir mermer işçisinin karısı tarafından bakılmak üzere Sentignano civarındaki taş ocaklarına göndermişti. Topraktan beyaz mermer levhalarını kazarak çıkaran adamlar, metal çekiçlerin çıkardığı sesler ve mermer tozunun dilinde bıraktığı tat o günlere dair ilk anılarını oluşturuyordu. Yaşamının ilk iki yılını taş işçilerinin arasında geçirmek ve taş işçisinin karısının sütünü emmek, mermere karşı büyük bir arzu duymasını sağlamıştı. Tüm yaşamını heykellere adamıştı. Bu yüzden kendine ne bir eş, ne bir çocuk ve ne de başka bir meşgale edinmişti. Nihayet sahip olduğu bu tutkunun meyvelerini toplayacaktı.
Bir hacının başka bir hacıya “Kim yapmış bu heykeli?” diye sorduğunu duydu.
Michelangelo derin bir nefes alıp kendi ismini duyacak olmanın hazzına kendine hazırladı.
“Bizim Milanolu Gobbo yapmış,” diye cevapladı diğer hacı.
Hacının sözlerini duyunca Michelangelo’nun boğazı düğümlendi.
Az önce zikredilen bu isim, yanlış anlaşılma önlenene kadar, sağanak yağmur sonrası Arno Nehri’nin Toskana bölgesine akışını hatırlatırcasına kalabalığın arasında yayılmaya başlamıştı bile. “Gobbo, Gobbo, Gobbo…” fısıltıları hacıların arasında şarkı gibi dolaşmaya başladı. Milanolu ikinci sınıf kambur taş oymacısı Gobbo. Herhangi bir canlılık ve incelikten yoksun eserlerine neredeyse şekilsiz denebilecek Gobbo. Pietà’nın kaidesinin kalıbını bile dökme yeteneğinden mahrum Gobbo. Ailesinin ismini duyurabilmek için Michelangelo tüm yaşamını buna adamışken şimdi bu budalalar, başyapıtını o tembel, yeteneksiz ve dinsiz Gobbo’ya mal ediyorlardı.
Michelangelo henüz anne rahmindeyken annesi atından yere yuvarlanıp dakikalarca hayvanın arkasında sürüklenmişti. Hekimler, karnındaki bebeğin kurtulamayacağını söylese de o, mucizevi bir şekilde hayatta kalmıştı. Bu mucizevi doğumu kutlamak için anne ve babası ona, başmelek Mikail tarafından korunan kişi anlamına gelen Michelangelo ismini vermişti.
Kendisini kurtarıp ona bu eşine az rastlanan güzel ismi ve mermerlere şekil verme arzusunu bahşeden Tanrı, tüm bunları şaheserinin aldığı övgüler o düzenbaz Gobbo’ya gitsin diye yapmış olamazdı.
Michelangelo’nun öfkeden gözleri kararmıştı. Sanki kilise gözleri önünde fırıl fırıl dönüyor, kilisenin tavanı üzerine yıkılıyordu. Kendisini kalabalığa tanıtacak olan başrahip ortalıkta görünmüyordu. Eserin kendine ait olduğunu anlatmanın bir yolunu bulmalıydı, ama nasıl?
Az sonra aklına bir fikir geldi. Öyle mükemmel bir fikirdi ki kesinlikle Tanrı tarafından gönderilmiş olmalıydı. Tanrı’nın onun yaşamıyla ilgili tasarısını tekrar hayata geçirmek ve insanların eserin gerçek sahibinin kimliğine dair hata yapmasını önlemek için Pietà’ya ismini yazması gerekiyordu.
Yalnız bir sorun vardı. Michelangelo artık Pietà’nın sahibi değildi. Eser kiliseye aitti. Gidip ismini heykele kazımaya çalışsa biri tarafından engellenip tutuklanabilirdi bile. Hayır. İsmini kazıma işini gece geç saatlerde, tüm hacıların ayrılıp kapıların kilitlendiği ve rahiplerin uykuya daldıkları bir anda yapmalıydı.
Bunu gerçekleştirmesi için Michelangelo’nun gizlice Vatikan’a girmesi gerekecekti.
Michelangelo, çürümekte olan yan şapeldeki bir mezarın arkasında gizlendiği yerden gizlice etrafına bakındı. Saatlerdir pusuya yatmış bekliyordu. Nihayet etraf sakinleşmiş ve karanlık çökmüştü. Kendi kendine, kilise mülküne zarar verirken yakalanırsa başına gelebilecekleri aklına getirmeyi kesmesini söylüyordu. Sonuçta ailesinin ismini koruyordu ve bu uğurda her tehlikeyi göze almaya hazırdı.
Saklandığı yerden çıkıp karanlık kilise holüne doğru yönelmeden önce “Tanrım, lütfen beni bağışla,” diye fısıldadı. Ses çıkarmamaları için çizmelerini çıkarmıştı, metal aletlerin birbirine çarpıp gürültü yapmalarını önlemek için deri omuz çantasını sıkıca vücuduna bastırdı.
Azize Petronilla Şapeli’nin içine giren ayışığı, Pietà’nın üzerine yumuşak mavi bir parlaklık veriyordu. Haftalarca Meryem ve İsa’yla yalnız kalmamıştı. O, açılış için hazırlığını yaparken rahip ve hacılar boş boş oyalanıp duruyorlardı. Ama şimdi, sessizliğe bürünmüş kilisede mermer heykelin mırıldanışını duyabiliyordu. Biçim verdiği zamanlarda mermer, kendi ruhuyla taşın ruhu arasında bir duygu paylaşımı oluyormuşçasına, onunla sohbet ederdi. Gece gündüz, her saat Pietà onunla konuşmuş ve ona şarkılar mırıldanmıştı. Yıllar sonra bir araya gelen eski dostlar gibi yine başbaşaydılar. Çantasını alıp içinden çıkardığı aletlerini zemine koyarken gürültü çıkınca, “Kahretsin!” diyerek öfkelendi Michelangelo. Birinin kiliseye girip onu yakalamasını bekliyormuş gibi nefesini tuttu. Neyse ki duyulan tek ses, duvarlardaki çatlaktan esen rüzgârın sesiydi. Aletlerin çıkardığı gürültü kimseyi uyandırmamıştı.
Eline bir çekiç ve keski alıp heykelin üzerine çıktı. Karanlık, görüşünü engelliyordu. Ancak uzun iki yıl boyunca bu heykel üzerinde çalışmıştı. Gözleri hiç görmese bile heykelin her bir noktasını avucunun içi gibi bilirdi.
Ellerini taşın üzerinde gezdirerek Meryem’in göğsünü saran mermer kuşağı buldu. Keskiyi aşağıya, sol tarafına indirdi, sonra ilk darbeyi vurmak üzere çekicini çıkardı.
Artık başlamıştı, taşın üzerine yarım sözcükler yazıp bırakamazdı. Kusursuzca cilalanmış heykelin üzerine tek bir işaret koysa bile devamını getirmeliydi, yoksa boş yere kendi şaheserini mahvedebilirdi.
Michelangelo hafifçe dönüp çekici keskinin üzerine indirdi. Mermerle temas eden keskiden çıkan “tonk” sesi havada yankılandı. Ses, koca kilisede beklediğinden çok daha fazla gürültü çıkardı. Yüreğini korku kaplasa da artık duramazdı.
Tak…Tuk…Tak…Tuk…Tak…Tuk…
Mermer tozları uçuşup saçına ve elbisesine dökülüyordu. Teri mermer tozuna karışmış, adeta gri bir macun gibi gözlerine akıyordu. Gözleri yandı.
Bakire Meryem’in dingin yüzü ona bakıyordu. Çekiçle vurmayı bıraktı. Yaptığından dolayı kendisini azarlamasını beklerken çevreyi bir sessizlik kapladı. Pek çok insan, mermerin cansız bir kayadan başka bir şey olmadığına inanırken Michelangelo, aynı insanların kalplerine pompalanan kan gibi mermer heykelin damarlarında da yaşam olduğunu biliyordu. Meryem’e bir şeyler fısıldadı ama taşın dilinden konuştuğunda söylediklerinin kendisi bile farkında değildi.
Küçük bir hareket çarptı gözüne. Dışarıda dolanan bir fare miydi? Yoksa çatı kirişinde mahsur kalmış bir kuş mu? Ya da Ay’ın önünden geçen bir bulut kümesi mi? СКАЧАТЬ