Deliler saltanatı. İskender Fahrettin Sertelli
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Deliler saltanatı - İskender Fahrettin Sertelli страница 5

Название: Deliler saltanatı

Автор: İskender Fahrettin Sertelli

Издательство: Maya Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-8068-49-8

isbn:

СКАЧАТЬ * *

      Turhan Sultan’ın dairesinden müzik sesleri gelmeye başlamıştı. Kösem Sultan, Hint şallarıyla süslenmiş büyük bir divana kurulmuş, ferahfeza faslını dinliyordu.

      Valide Sultan’ın sağında ayakta duran sülün gibi ince ve uzun boylu bir cariye, elindeki altın buhurdanla öd ağacı ve amber dumanını savuruyor, odanın havasını zehirleyerek gözleri dumanlanan sazende ve hanendeleri coşturmaya çalışıyordu.

      Kösem Sultan’ın dudaklarının arasından bir kelime işitildi:

      “Ferahfeza!”

      Buhurdanlığı savuran genç kız, Valide Sultan’ın yanına eğildi.

      “Emrediniz, Sultanım!”

      “Buhurdanın içine biraz daha amber koy!”

      Ferahfeza, koynundan bir ufak kutu çıkardı ve içinden fındık tanesi büyüklüğünde bir parça amber alıp buhurdana attı. Buhurdanı yine sağa sola savurmaya başladı.

      Rus dilberi, Kösem Sultan’ın çabucak neşelenmesinden çok memnun olmuştu.

      Üsküdarlı çengiler de raks etmek için sabırsızlanmaya başlamışlardı.

      Kösem Sultan, “Padişah gelmeden Üsküdarlılar ayağa bile kalkmayacak” demişti.

      Sultan İbrahim’in çocuk gibi bir tabiatı olduğunu bilen Kösem Sultan, hünkar gelmeden Üsküdarlı çengilerin oynamasına izin verirse padişahın buna tahammül edemeyeceğini biliyordu.

      Turhan Sultan, Kösem Sultan’ın yanına oturunca ikili ana kız gibi sohbet etmeye başladılar.

      “Bu gece bana bu saadeti yaşattığınız için size ilelebet minnettar kalacağım, Sultanım! Frenkler doğdukları günü hep böyle kutlarlar, bu bir âdettir.”

      Kösem Sultan, baygın bakışlarını Rus dilberine çevirerek:

      “Sakın padişahın yanında bu âdetten bahsetme, yavrum! Onun Frenk adetlerine pek aklı ermez. Senin gavurluğunu hatırlayarak canı sıkılır. Artık sen, Osmanlı toprağında ve Osmanlı sarayında hem de Padişahın zevcesi olarak yaşıyorsun. Hristiyanlığı ve Hristiyan âdetlerini unutmaya çalışmalısın.” dedi.

      Sultanlar kendi arasında konuşurken, Kösem Sultan ferahfeza faslını çok sevdiği için çalgıcılar mütemadiyen bu faslı geçiyorlardı.

      Valide Sultan en sevdiği cariyesine de Ferahfeza ismini bu sevgisinden ötürü kendisi koymuştu.

      Yeni bestelenmiş şarkılar çalındıkça, Kösem Sultan “Ferahfeza” diye sesleniyor ve genç kız derhal koynundan ufak amber kutusunu çıkarıp, buhurdana bir parça amber atıyordu. Cariyelerin sinirlerini gevşeten bu kokular, Turhan Sultan’ı da sersemletmişti.

      Ferahfeza amber dumanını savururken, sersemleyen Turhan Sultan’ın aklına genç aşığı Hamza Bey geldi.

      Hamza Bey, o gece Turhan Sultan’la gece yarısı Bağdat Kameriyesi’nde buluşmak için gündüzden sözleşmişti. Bu buluşmayı gerçekleştirmek için de soluğu kendisini çok seven Bostancıbaşı’nın yanında almıştı.

      Bostancıbaşı Hamza’yı küçüklüğünden beri tanır ve ona baba şefkatiyle muamele ederdi.

      Hamza Bey, Bostancıbaşı’nın odasına gitti ve o geceki eğlenceyi uzaktan seyretmesine müsaade etmesini rica etti:

      “Kuzum, ağam, bu gece oynayacak Üsküdar çengilerini uzaktan da olsa görmek istiyorum. Ne olur bana müsaade et de Çamlı Köşk’ün penceresinden kimseye fark ettirmeden eğlenceyi seyredeyim.”

      Bostancıbaşı, Hamza’nın Turhan Sultan’la seviştiğini bilmiyordu, zaten Bostancıbaşı bu yakınlığın farkına varırsa Hamza’nın kellesini Padişaha sormadan kendisi koparırdı. Bu yüzden Hamza’nın da en çok korktuğu şey bu ilişkinin Bostancıbaşının kulağına gitmesiydi.

      Bostancıbaşı sarayda mevcut cellatların en zalimi ve en merhametsiziydi. Diğer bostancılar bile ondan korkarlardı. Hamza Bey, bu zalim Bostancıbaşından izin almayı ve Çamlı Köşk’e gitmeyi başarmıştı.

      Hamza Bey, Çamlı Köşk’e doğru yol alırken, Turhan Sultan da Kösem Sultan’a kavuk sallamaktan sıkılmıştı.

      Ferahfeza’nın elindeki buhurdandan sürekli savurduğu şehvet kokuları ile yeterince mest olan Turhan Sultan, meclisin coşkunluğundan istifade ederek yavaşça dışarı çıktı ve arkasına bakmadan doğruca Bağdat Kameriyesi’ne gitti.

      Hamza Bey de sözleştikleri gibi kameriyenin altında sarı gül ağacının yanında sevgilisini bekliyordu.

      Hamza Bey, uzaktan gelen gölgenin kim olduğunu anlamakta gecikmedi,

      “Siz misiniz Sultanım?” dedi ve sevgilisinin ahenktar sesini işitince derin bir nefes aldı.

      Birbirlerine sarıldılar, öpüştüler, koklaştılar.

      Turhan Sultan, o gece gökteki ayı işaret ederek “Her şeyi göze aldım da geldim” deyip aşkını itiraf etti:

      “Seni seviyorum Hamza! Seni çok seviyorum! Sen karşıma nereden çıktın?”

      Hamza Bey, duydukları karşısında dili tutulmuşa döndü. Birkaç dakika bir şey söyleyemedi. Cevap veremedi. Taştan heykel gibi cansız ve hareketsiz kaldı.

      Hamza Bey, kendisinin Turhan Sultan tarafından bu derece derin bir aşkla sevildiğini nasıl tahmin edebilirdi?

      Genç âşık seni çok seviyorum hitabı karşısında ne yapacağını, ne söyleyeceğini şaşırıp kalmıştı.

      Biraz zaman geçtikten sonra bu tatlı rüyadan uyanan Hamza, bir Padişah karısıyla seviştiğini hatırlayarak derhal kendine gelmeye çalıştı.

      “Aman Sultanım, beni affediniz! Bir çocukluktur yaptım. Padişahımız bizi burada görürse, etlerimizi cımbızla yoldurur, derimizi çardağa asar! Bana müsaade ediniz de gideyim.”

      Damarlarında hissettiği ateşi bir türlü söndüremeyen Turhan Sultan, turunçtan sert memelerini genç ve kuvvetli aşkının göğsüne dayayarak:

      “Hamza” dedi, “Valide Sultan’dan en değersiz cariyelere kadar, saraydaki bütün kadınların coşup eğlendiği bir saatte, iki sevgilinin birbiriyle kucaklaşıp öpüşmesini günah mı sanıyorsun? Sarıl boynuma! Ve demirden kuvvetli kollarını belime dola! Beni, gözü dönmüş bir aslan gibi kucakla! Kudurmuş bir boğa gibi sık. Parçala! Haydi, niçin duruyorsun? Neden beni parçalarcasına, boğarcasına sıkıp sevmiyorsun? Benim sevilmeye çok ihtiyacım var, Hamza! Ben, sakalının tellerini incilerle süslemekten zevk alan bir mecnunun esiriyim. O mecnun ki şimdi geçeceği yollara acem halıları döşeten ve duvarları amberli sularla yıkatan bir hükümdardır! Basra Körfezi’nden İran’a kadar nüfuzu olan koskaca bir ülkede, vazifesi yalnız amber toplamaktan ibaret olan bir hükümdar…”

      Hamza Bey bu sözleri şimdiye kadar bırakın bir СКАЧАТЬ