Название: Beyaz muhafız
Автор: Михаил Булгаков
Издательство: Maya Kitap
isbn: 978-625-8068-65-8
isbn:
“Post-Volynsk’e vardığımızda akşam olmuştu. Oradaki kaosu tarif etmem mümkün değil. Alıştırma yapan dört tane batarya saydım. Görünüşe bakılırsa cephaneleri yoktu. Her tarafta sayısız karargah subayı vardı. Ama tabii ki hiçbirinin neler olup bittiği hakkında en ufak bir fikri yoktu. En kötüsü de elimizdeki iki cesedi bırakacak bir yer bulamamazdı. Sonunda bir ilk yardım vagonu bulduk. İnsan inanamıyor ama cesetleri almamak için güç kullandılar. Bize onları şehre götürüp oraya atmamızı söylediler! Buna gerçekten çok sinirlendik. Krasin, bize, ‘Petlyura gibi davranıyorsunuz’ deyip ortadan kaybolan bir subayı vurmaya kalktı. Nihayet gece çöktüğünde Şetkin’in karargah vagonunu buldum –elbette birinci sınıf, elektrik aydınlatmalıydı… Ve ne oldu dersiniz? Ufak tefek bir adam, bir çeşit emir eri bizi içeri almadı. Hıh! ‘Kendisi uyuyor’ dedi. ‘Albay rahatsız edilmemesi için emir verdi.’ Ben de tüfeğimin dipçiğiyle onu duvara yapıştırınca adamlarımızın hepsi bağırmaya başladı. Bu onların vagondan dışarı çıkmalarını sağladı. Şetkin saklandığı yerden çıkıp bizi yumuşatmaya çalıştı. ‘Aman Tanrım’ dedi. ‘Başınıza gelenler ne kadar korkunç. Evet, elbette hemen ilgileniyorum. Beylere çorba ve brendi verin. Hepinize üç günlük özel izin veriyorum. Yaptığınız tam bir kahramanlık. Kayıplarınız olması çok kötü, fakat onlar, asil bir dava uğrunda öldüler. Sizler için çok endişeleniyordum.’ Ağzındaki brendi kokusunu bir kilometre öteden alabilirdiniz… Aaah!” Mişlayevski birden esneyerek uykulu bir halde kafa salladı. Uykuluymuş gibi mırıldandı:
“Bizim müfrezeye bir vagon ve bir soba verdiler… Ama ben o kadar şanslı değildim. Çıkardığım olaydan sonra beni ayakaltından kaldırmak istedi. ‘Size şehre gitmenizi emrediyorum, Teğmen. General Kartuzov’un karargahına rapor verin.’ Hıh! Şehre lokomotifle gittim… Buz gibiydi… Tamara’nın Kalesi… Votka…”
Mişlayevski’nin ağzındaki sigara düştü, arkasına yaslandı ve anında horlamaya başladı.
“Tanrım, ne hikâye ama…” dedi, Nikolka, dalgın bir sesle.
“Elena nerede?” diye sordu, ağabey, endişeli bir şekilde. “Onu götür de yıkansın. Havlu da ver.”
Elena banyoda, içinde yanan huş ağacı kütüklerinin çıtırdamakta olduğu çinkodan yapılmış kazanın yanında ağlamaktaydı. Mutfak saati cızırtılı sesiyle saatin on bir olduğunu haber verdiğinde artık Talberg’in öldüğüne ikna olmuştu. Para taşıyan tren saldırıya uğramış, korumalar öldürülmüş, kanlar ve beyin parçaları karların üzerine yayılmıştı. Alacakaranlıkta oturan Elena’nın bozulmuş saçlarının arasından yanan ateşin ışığı geçiyor, gözyaşları yanaklarından aşağı süzülüyordu. O öldü, öldü…
O anda kapı zilinin yumuşak ve titreşimli sesi geldi. Bütün ev bu sesle doldu. Elena hızla mutfağa doğru gidip karanlık kütüphaneden geçerek parlak bir ışıkla aydınlanan yemek odasına geldi. Siyah renkli saat zamanı bildirdikten sonra aheste aheste çalışmaya devam etmişti.
Fakat Nikolka ve ağabeyi, başlardaki o neşe patlamalarının ardından çabucak dibe çökmüşlerdi. O neşeleri de ne olur, ne olmaz diye düşünerek Elena’nın hatırınaydı. Ataman’ın Harbiye Nazırı’nın takoz şeklindeki rütbe işaretlerinin, Turbin kardeşler üzerinde iç karartıcı bir etkisi vardı. Aslında o rütbelerden çok daha uzun zaman önce, tam olarak Elena’nın Talberg’le evlendiği gün Turbinlerin hayatında bir çatlak oluşmuş ve o günden beri güzellikler azar azar o çatlaktan sızarak ortadan kaybolmuş, geriye sadece nahoş şeyler kalmıştı. Bunun temel nedeni Kurmay Yüzbaşı Sergey İvanovich Talberg’in çift katmanlı gözlerinde yatıyor gibi görünüyordu…
Bu her ne kadar doğru da olsa, o gözlerin üst katmanındaki mesaj artık açıkça seçilebiliyordu. Sıcak, aydınlık ve güvenli bir ortamda her insanda bulunan bir hazdı bu. Fakat daha derinlerde, Talberg’in bu eve ilk girdiğinde yanında getirdiği yalın bir korku vardı. Her zaman olduğu gibi Talberg’in yüzünde doğal bir şekilde hiçbir şey görünmese de en derindeki katman, elbette gizliydi. Geniş, sımsıkı kemeri, –üniversite ve askeri akademiden– beyaz renkli iki mezuniyet rozeti, ceketinin üzerinde cesaretle parlıyordu. Duvardaki siyah saatin altında, güneşte yanmış yüzü, adeta bir robot gibi bir taraftan diğer tarafa döndü. Talberg fazlasıyla soğuk biri olsa da odadakilere şefkatle gülümsedi. Fakat bu şefkatli gülümsemede bile korkunun izleri vardı. Uzun burnu seğiren Nikolka bu korkuyu ilk hissedendi. Talberg ağır ağır konuşarak taşraya para taşıyan trenin kumandasının kendisinde oluşunu, şehrin yaklaşık kırk beş kilometre dışında, kimler olduğunu sadece Tanrı’nın bildiği kişiler tarafından nasıl saldırıya uğradıklarını anlattı. Bu sözleri duyan Elena’nın gözleri korkuyla kısıldı. Elena, Talberg’in rütbelerini sıkıca kavradı. İki erkek kardeşten de duruma uygun bir nida koptu. Mişlayevski ise yarı ölü vaziyette, altın kaplamalı üç dişini göstererek horlamaya devam etti.
“Kimlerdi? Petlyura’nın adamları mı?”
“Eğer onlar olsaydı” dedi, Talberg, küçümseyici olmakla beraber gergin bir gülümsemeyle. “Şu anda… eee… Sizinle konuşmam pek mümkün olmazdı. Kim olduklarını bilmiyorum. Bir avuç başıboş milliyetçi olmalı. Trene çıktılar ve ‘Bu kimin treni?’ diye haykırarak tüfeklerini salladılar. Ben de “Milliyetçilerin” diye cevap verdim. Sonra biraz daha takıldılar ve biri trenden inmelerini emredince hepsi ortadan kayboldu. Sanırım subay arıyorlardı. Muhtemelen muhafızın Ukraynalı olmadığını, sadık Rus subayları tarafından eğitildiğini sandılar.” Talberg, Nikolka’nın kolundaki çavuş rütbesine doğru manalı bir şekilde bakarak kafa salladı. Sonra saatine bakarak beklenmedik bir şekilde ekledi: “Elena, seninle bizim odada biraz konuşmamız gerek.”
Elena, yatağın üstünde Çar’ın beyaz koluna konmuş bir şahinin durduğu, yeşil abajurlu bir lambanın kendi yazı masasını aydınlattığı ve maun şifonyerin üzerinde duran bir çift bronz çobanın her üç saatte bir gavot çalan saati desteklediği yere, evin Talberglere ait olan bölümüne doğru apar topar kocasını takip etti.
Nikolka, koridorda sendeleyerek yürüyen, iki kez kapı eşiğine çarpan, ardından da banyoda uyuyakalan Mişlayevski’yi büyük çabalar sonucu uyandırmayı başarmıştı. Sonra da boğulmaması için onu gözlemeye devam etti. O sırada Aleksey Turbin, farkında olmadan karanlık oturma odasında dolaşıp duruyordu. Bir süre sonra Aleksey yüzünü pencereye yaslayarak dışarıdan gelen sesleri dinlemeye başladı: Bir kez daha uzaklardan ve sanki pamuğun içine sıkıştırılmış gibi boğuk, zararsız ve -artık bildik-silah sesleri duyuluyordu.
Kestane rengi saçlarıyla Elena, birden yaşlanıp çirkinleşmişt sanki. Kızarmış gözleri ve iki yana sallanan kollarıyla birlikte acınası bir halde, Talberg’in ona söylemek zorunda olduğu şeyleri dinlemeye koyuldu. Talberg, sanki geçit törenindeymiş gibi katı bir ifadeyle ona tepeden bakarak acımasızca konuşmaya başladı.
“Başka bir seçenek yok, Elena.”
Elena, СКАЧАТЬ