Hürrem. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hürrem - Turhan Tan страница 8

Название: Hürrem

Автор: Turhan Tan

Издательство: Maya Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-8068-35-1

isbn:

СКАЧАТЬ seferle ilgili şeyler üzerine konuşuyorlar ve elde edileceğine iman besledikleri zaferden sonra yapılacak şeyleri düşünüyorlardı. Süleyman, bir aralık dalgınlaşır gibi oldu ve gamlı gamlı nedimine sordu.

      “Şövalyeler üzerine şu seferi açışımın öz sebebi nedir, bilir misin İbrahim?”

      “Eski bozgunluğun hıncını almak!”

      “Bu, görünen sebep. Sana ben görünmeyen, konuşulmayan sebebi soruyorum.”

      “Rodos, Akdeniz’in kilitlerinden biridir. Bizim elimizde bulunması gerekir.”

      “Bu da herkesin bildiği bir şey… Bana sen, başkalarının bilmediği sebebi söyle!”

      “Başka bir sebep bulamıyorum.”

      Hünkâr yerinden kalkmıştı. Otağ içinde ağır ağır dolaşıyordu. Uzun müddet bu durumda gezdi, düşündü, bıyığını karıştırdı ve sonra nediminin karşısına dikildi.

      “Babam,” dedi, “yüreğinde olanı diline çıkarmazdı, kimseye sezdirmezdi. Hatta, İçimdekini bıyığım sezse onu kıl kıl yakarım, derdi. Ben bu kadar ileri gitmek istemem, bir sırdaş tutmaktan çekinmem. Seni de kendime sır ortağı, dert ortağı yaptım. Onun için Rodos’a gidişimdeki asıl sebebi anlatacağım. Fakat bu, canın gibi gizli kalmalı.”

      Ve kulağına fısıldar gibi davrandı.

      “Büyük amcamın oğlu Rodos’ta! Onun bir gün olup babası Cem gibi Frengistan’a gitmesinden, başıma dert açmasından korkarım. Babam, Frenklerle hoş geçinmişse bir sebebi de bu çıbanın delinmesinden korkmasıdır. Ben onun gibi hareket etmek istemedim, yılanı saklandığı kovukta yakalamayı kurdum.”

      Hasodabaşı, herkes tarafından bilinip de kimse tarafından ağza alınmayan bu sırrı yeni duyuyormuş gibi davrandı, biraz da telaş gösterdi.

      “Ya şövalyeler amcanızın oğlunu kaçırırlarsa?”

      “Bunu yapmazlar, yapamazlar. Çünkü bana yenileceklerini anlayınca konuklarını adayla değişmek isteyeceklerdir. Kendisini şimdiye kadar alıkoymaları, beslemeleri de hep bu düşünce yüzündendir. Onlar, amcamın oğlunun başını adaya tercih edeceğime inanırlar. Yarın bunun doğru olmadığını anlayacaklar, çünkü ada da, amcamın oğlu da elime geçecek!”

      Ve birden sözü değiştirdi.

      “Haydi, git, validemin Üsküdar ’a geçip geçmediğini öğren. Lalama kalırsa bu haberi çok geç alırız. Dönüşte sofrayı kurdur. Yola çıkmadan biraz eğlenelim, ferahlanalım.”

      İbrahim, sazıyla beraber beklenen haberi de getirdi, Valide Sultanın Salacak yoluyla Doğancılar Sarayı’na geçtiğini müjdeledi. Müjde diyoruz, çünkü Hünkâr, anasının Üsküdar’a gelişini bir müjde olarak görüyordu. Nitekim bu haberi alır almaz neşelenmişti. Parlaklığı artan gözlerini süze süze tatlı hülyalara dalmıştı. Burnunda da garip bir hareket belirmişti; havadan bir şeyler emmek ister gibi titreyip duruyordu.

      Hasodabaşı, Sultanın, Hürrem’in kokusunu aramakta ve bütün eşyada yine Hürrem’i görmekte olduğunu sezdi.

      “Valide Hazretlerine,” dedi, “selam yollamak gerekmez mi?”

      O, hülyalı bakışlarını değiştirmeden cevap verdi.

      “Hele Piri Paşa gelsin, valideden haber getirsin. Sonra biz görevimizi yaparız. Sen telleri söyle de gör.”

      O gece de geç vakte kadar saz ve sözle geçti. Valide Sultandan selamlar, dualar getiren Piri Paşa çarçabuk savuldu. Efendiyle köle baş başa kaldı. Kadehler boyuna dolup boşaldı, teller fasılasız inledi ve gece yarısı, coşkunluğundan otağa sığmaz hâle gelen Hünkâr tarafından Valide Sultana uzun bir mektup yazıldı. Yeniden vedalaşmak maksadıyla kaleme alınmış gibi gösterilmeye çalışılan bu kâğıdın hemen her satırında Hürrem’e ithaf olunmuş bir kelime vardı ve sonu da onu Hafsa Sultan’ın korumasına bırakmaktan ibaret kalıyordu. Mektubu götürmekle görevlendirilen ulak, üç sırmalı bohça dolusu armağanı da Doğancılar Sarayı’na taşıma emri almıştı.

      Midesini şarapla şişirmiş, kafasını dumana boğmuş, sinirlerini gerginlikten rehavete ve rehavetten gerginliğe geçirerek harap etmiş olmasına rağmen, Hünkâr gün doğmadan önce ayaktaydı. Gecesini yatakta sakin bir uykuyla geçirmiş gibi zinde görünüyordu. Otağ kapısına geldikleri haber verilen devletin önde gelenlerini huzuruna sokmadan iradeleriyle karşılaştırdı, ordunun hareket ettirilmesini ve kendi atının da hazırlanmasını emretti.

      Biraz sonra pırıltılı bir mahşer uğultulu bir akışla harekete geçmiş, çadırlı ordugâh inanılmaz bir hız içinde atlı ve yaya gruplarına dönüşerek Maltepe yönünde yol almaya başlamıştı.

      Bütün Üsküdar zaten ayaktaydı. İstanbul’dan da binlerce kişi orduyu uğurlamaya geldiğinden, yürüyen mahşerin yanı başında sabit görünen ikinci bir mahşer daha oluşmuşa benziyordu. Kalanlar, gidenleri alkışlarla uğurluyor ve avuçlarda alkış olup saygı haykıran yüreklerin sesi, yürüyen mahşerin uğultusu arasında garip bir şekilde yankılanıyordu.

      İşte Türk gücünün sayısız canlı sahnelerinden biri de ordunun Üsküdar’dan bu çıkışıdır. Buna çıkış demek gerçekten ayıptır, günahtır. Ordu, bir şehirden çıkıp başka bir şehre giden veya bir noktadan kalkıp başka bir noktaya geçen askerî bir küme değildi; başka ve çok başka bir varlık olup, ona yürüyen bir tarih, ayaklanmış bir cihan ve yüz bin yıldızlı bir kâinat demek hiç de abartı sayılmazdı. Bu yürüyen tarihin, bu ayaklanan cihanın, bu pırıl pırıl parlayan kâinatın özü Türk, dili Türk’tü. O sebeple yeri ve göğü imrendiriyordu.

      Hünkâr henüz otağındayken ordu harekete geçmişti. Fakat seyircilerden kimse Hünkârı aramıyordu, aramaya gerek görmüyordu. Çünkü her nefer bir hünkârdı. Bu hakikat, eğere şanlı bir taht yüksekliği vererek ve mesafeleri gerçekten şahane bir güçle devirerek at süren her süvarinin muhteşem endamında, kuvvetle güzelliğin seçme bir örneği olduklarından şüphe edilmeyen yayaların adımlarında canlanıp duruyordu.

      Çamlıca, doğdu doğalı göğe dikilen başını yere eğerek ve bütün Boğaz, ezelden beri derinliklere, enginlere bakan gözlerini Üsküdar sırtlarına yükselterek ordunun bu göz kamaştırıcı yürüyüşüne dalarken, Sultan Süleyman da çadırından çıktı. Sürü sürü peyklerin, solakların, baltacıların, çavuşların oluşturduğu bin renkli hale içinde orduyu takip etmeye başladı. Atlı yaya yüz bin askerin ve Hünkârın yürüyüşünü seyrederek kendinden geçen halk bu kahramanları çılgınca alkışlıyordu.

      Sultan Süleyman, başındaki miğferle üstündeki zırhtan daha sert bir yüz taşıyordu. Bununla beraber gözlerinde gururun kapayamadığı bir telaş vardı. Bu peçeli iç endişesi, Doğancılar Sarayı’na yaklaşınca büsbütün arttı ve o gururlu gözler, sadaka arayan keşküller gibi açık bir niyaz halinde sarayın duvarlarına çevrildi. Hürrem oradaydı, fakat görünmüyordu. Padişah ise onu aramakta olup bulamadığı, göremediği takdirde can evinden yaralanmışa dönecekti. Hâlbuki yüksek duvarlar, ardında bulunanları kıskanç bir sertlikle СКАЧАТЬ