“Belgrad dönüşünde ve yarı yolda oğlum Murat’ın öldüğünü duydum, İstanbul’a yaklaşınca bir kızımın toprağa verildiğini işittim. Saraya adım atınca büyük Şehzadem Mahmut’un cenazesiyle karşılaştım. Fakat bu üç ölüm senin şu durumun kadar yüreğimi yaralamadı. Sen bana bu kafayla mı hizmet edeceksin?”
Piri Paşa kekeledi.
“Durumu inceleyelim demek istedim. Yanlış anlamayın Hünkârım.”
“Durumu incelemek mi? Sen yalnız korkak değilsin, ahmaksın da. Çünkü benim uluorta hareket ettiğimi sanıyorsun. Acaba ben çürük tahtaya basar mıyım, benden evvelkilerin başaramadıkları bir işe el vururken kör gibi davranır mıyım? Senin inceleyelim dediğin durumu ben didik didik ettim, özüne kadar inceledim. Rodos’a gitmek istiyorsam kazanacağımı bildiğimdendir. Kale beni bekliyor!”
Piri Paşa bu sözlerin neye dayandığını anlamaya savaşırken, Hünkâr, koynundan bir tomar kâğıt çıkardı.
“Bak,” dedi, “Hekim Salamon’la Almaral ne yazıyorlar?”
Sadrazam şaşkın bir aceleyle kâğıtlara el uzattı ve korkak korkak mırıldandı.
“Bu adamları ben kulun tanımıyorum, adlarını yeni duyuyorum.”
“Çünkü uyuyorsun, çünkü seferin yalnız barut işi olduğuna inanmışsın.”
Ve Hünkâr, çok şeyler bilen bir adam gururuyla anlattı.
“Salamon, Rodos’un gözü açık, kulağı delik hekimlerindendir. Almaral, şövalye tarikatının başkanıdır; asıl adı Andre’dir ama Almaral diye anılıyor. Bunlar, benim Rodos’u şövalyelere bağışlamayacağımı senden daha iyi anladıkları için hizmetime can atıyorlar, kale hakkında mükemmel bilgi veriyorlar ve oraya bir an önce varmam için yalvarıyorlar. Sense gitmeyeyim diye yalvarıyorsun. Anla durumun ne olduğunu!”
Belgeler gerçekten önemliydi. Adanın en ücra noktasına kadar çizilmiş haritası ile kalenin planlarını da içeren bu kağıtlarda, şövalyelerin elindeki kuvvetin nitelik ve niceliği, cephane ve erzağın miktarı ayrı ayrı yazılıydı. Her iki casus da adaya hücum için en uygun zamanın gelmiş olduğunu söylüyordu.
Piri Paşa, İtalyanca asıllarına Türkçe çevirileri iliştirilmiş olan bu önemli belgeleri dikkatle gözden geçirdi ve tecrübeli bir vezir gibi davranarak onların ne dereceye kadar güvenilir olduklarını anlamak istedi.
“Kerem buyur, küstahlığımı hoş gör Padişahım. Bir noktayı öğrenmek isterim. Bu kâğıtları kim getirdi size?”
“Mısırlı Pir Ali Reis!”
“Efendimi de gördü mü bu Pir Ali?”
“Hayır, bizim Hasodabaşı İbrahim’i tanır o.”
“Demek İbrahim Ağa bu yazıp çizme işini idare ediyor. Ben kuluna da haber vermeye lüzum görmüyor.”
“Vay, kıskandın mı İbrahim’i?”
“Kıskanmadım, kıskanmam da. Fakat Padişahımın birinci hizmetkârı benim. Devleti savaşa götürecek işleri herkesten önce benim bilmem gerekir. Bugün İbrahim, yarın Ahmet, öbür gün Hüseyin devlet işlerine perde arkasından parmak uzatırlarsa düzen bozulur. Efendime bunu söylemek istedim.”
Süleyman, mahcup ettiğini sandığı ihtiyar Vezirin birden saldırmaya ve hakaret etmeye başladığını görünce kızmıştı, fakat onu yerinde ve zamanında cezalandırmayı daha uygun bularak hiddetini yendi, sesini biraz tatlılaştırdı.
“Senden saklı bir iş yapılmış değildir. İşte, kâğıtlar hep elinde. Sonra düşün ki İbrahim’in maksadı bana ve devletime hizmettir. Eğer o, adadaki Rum kızlarından biriyle denizci Mahmut Reis’in seviştiğini haber almasa, Pir Ali Reis’ten de faydalanmayı düşünmese, biz ne Almaral’ı ne de Hekim Sala-mon’u elde edebilirdik.”
Piri Paşa bariz bir hayretle sordu.
“Arada bir Rum kızı da mı var?”
“Evet, var. Bu kız, genç şövalyenin kapatmasıdır. Herifi sever görünür ama bizim Mahmut Reis’ten iki piç kazanmıştır. Şövalye bu çocukları kendinin sanıyor. Varsın, yine öyle sansın. Orası bize gerekmez.”
“Gerçekten kocamışım, bunamışım Padişahım. Şu kıssadan bir şey anlamadım.”
“Dur anlatayım, Lala, kıssa çok nefistir. Mahmut Reis iyi Rumca bilir. Bizim İbrahim’in de dostu. İbrahim onu Moralı kılığına soktu, bezirgânmış gibi birkaç kere Rodos’a yolladı. O, mal alıp satmak bahanesiyle orada bize casusluk edecek adamlar arıyordu. İlkin bu kızla tanıştı, çarçabuk sevişti, iki yıl içinde onu iki kere ana yaptı. Bir yandan da onu kılavuzlukta kullanıp Hekim Salamon’la Almaral’ı elde etti.”
“Pir Ali Reis nereden çıktı?”
“Mahmut Reis adadan ayrılışlarında İstanbul’a gelmiyor, hep Mora’ya gidiyor. Çünkü şövalyelerin de İstanbul’da casusları var. Onun için ihtiyat etmek lâzım. Pir Ali Reis ise, İbrahim vasıtasıyla benden aldığı emir üzerine, Mora sularında dolaşıyor, Mahmut Reis döndükçe kendisiyle görüşüyor, getirdiği kâğıtları alıp buraya yolluyor.”
“Şu hâlde kale içinden alınmış demektir. Ferman buyurursanız harekete geçelim.”
“Mümkünse şimdi!”
Piri Paşa yer öpüp çıktıktan sonra Sultan Süleyman, Manisa’da bir dul kadından satın alıp kendine nedim edindiği, tahta çıktıktan sonra da hasodabaşı yaptığı İbrahim’i çağırttı.
“Sadrazam,” dedi, “Rodos’a yapılacak seferin vaktinin geldiğini anladı. Fakat kendinin atılma vaktinin geldiğini anlamadı. Bu işi hemen yapayım mı, yoksa Rodos dönüşüne kadar bekleyeyim mi? Sözü sana bırakıyorum.”
Hasodabaşı, sevinçten kıpkırmızı kesilmekle beraber hırsını tatmin etmekte ve ettirmekte acele etmedi, efendisinin elini öperek yalvardı.
“Beni şimdi vezir edinirsen kem nazara uğrarım, hizmetinde bulunmak şerefinden uzak kalırım. Belki sen de dile gelirsin. Onun için kerem et, Rodos dönüşüne kadar beni yerimde bırak.”
Rodos’a gidecek ordu ve donanma hazırlanıncaya kadar Süleyman hareme girmedi, kadınlarla ilişki kurmadı, Hasodabaşıyla baş başa yaşadı. Birlikte yiyor, birlikte içiyor ve birlikte yatıyorlardı. Hükümdar, savaş hazırlıklarının tamamlanması işini Piri Paşa’ya bırakmıştı. Kendisi, zeki ve sanatkâr nediminin yanık sesini, kıvrak sazını dinlemekle ve şarap içmekle vakit geçiriyordu. Hürrem adını taktığı körpe halayık hakkındaki duygularını, düşüncelerini İbrahim’e de anlatmıştı. Artık o isim, Hürrem ismi, âşık Padişahın ağzında efsunlu bir meze, bir çerez halini almıştı. Her şarap kadehi sonunda СКАЧАТЬ