Bu, vicdanî bir gereklilikti. Fakat kendisini körpe esirden şimdilik uzak tutan başka sebepler de vardı ve bunların başında kızın Türkçe bilmemesi geliyordu. Gerçi aşkın dili dünyanın hiçbir yerinde değişmez. Medenî, bedevi veya vahşî, hiçbir erkek tesadüf edip de hoşlandığı bir kadınla anlaşmakta güçlük çekmez. Tabiatın bir zorunluluğunu olan cinsel yakınlaşmalarda kelimelerin yeri yoktur. Çünkü ağızların görevi böyle vaziyetlerde konuşmak değil öpüşmektir. Bunun içinse sözlüğe, dillere ihtiyaç duyulmaz.
Sultan Süleyman, Türkçe bilmeyen pek çok kıza aşkını hissettirmiş ve onların sundukları aşkı, yine kelimesiz bir uyum içinde pekâlâ anlayarak kabul etmişti. Fakat şu Rus kızıyla insanlığın o ortak dilini kullanarak ve dilsiz kalarak görüşüp anlaşmak istemiyordu. Çünkü kıza karşı kalbinde uyanan çekim ondaki yüz güzelliğinden, ten tazeliğinden ileri gelmiyordu. Anlaşılmaz bir özün eseriydi bu. O özü çözmek ise ancak kelimeli, cümleli bir dile dayalı uzun sohbetlerle, tartışmalarla mümkün olabilirdi.
Hünkârın nefsine karşı dahi itiraf etmek istememesine rağmen kafasında dolaşan belirsiz bir düşüncenin de bu ağırdan almada yeri vardı. O, girdiği kalpte hâkim olmak becerisini sezdiren küçük esirin bu ruhsal gücüne karşı kendi benliğinde bir denge kurmak, onu mağlup etmese bile nefsini de yendirmeyerek, galibi ve mağlubu olmayan bir aşk hayatı yaşamak kaygısına düşmüştü. Babadan, dededen kalma bir gücün değil, bizzat yaratılmış bir haşmetin sahibi olarak küçük esirle temasa geçmek istiyordu. Bunun için de yeni savaşlar, yeni zaferler kazanmak lâzımdı.
İşte kısmen açık, kısmen belirsiz olan bu düşüncelerin etkisiyle genç Hükümdar iradesine hâkim oldu, kalbine düşen kıvılcımı yavaş yavaş ateş olmak üzere yine kalbinde sakladı, küçük esiri yanından uzaklaştırdı ve sonra annesine döndü.
“Valide,” dedi, “kızı beğendim. Yakında o da Mahidevran gibi senin gelinin olacak, sana torunlar doğuracak. Fakat şimdilik sana yakın, bana uzak kalsın. Çünkü dil bilmiyor, yol bilmiyor. Benim hatırım için zahmet edip de kendisini terbiye edersen çok memnun olurum.”
Hafsa Sultan, her yıl bir iki yeni gözdenin sarayda yer almasına rağmen Hünkâr üzerinde kuvvetli bir nüfuz yürütebilen Mahidevran’ı hatırlamaktan geri kalmadı.
“Baş üstüne, Aslanım,” dedi, “Küçük kızı senin hizmetine uygun bir hâle korum. Fakat Hasekiden korkarım. Biliyorsun ya, o densizdir, huysuzluk eder, senin aziz başını ağrıtır.”
“Sen ona kulak asma, dediğimi yap. Şayet Hasekinin bir densizliğini görürsen bana haber ver, haddini bildireyim. On yıldır kahrını çektiğim yetmez mi onun?”
Sultan Süleyman sözlerini bitirip ayağa kalktı, gitmeye davrandı. Annesi de genç bir sıçrayışla peşinden fırlamıştı. Onu kapıya kadar geçirmeye hazırlanıyordu. Eşiğin önünde ikisi birden aynı düşünceye kapıldılar ve aynı zamanda birbirlerine sordular.
“Kızın adı ne olacak?”
Bu gerçekten önemli bir meseleydi ve saray hayatında halayık adlarının oynadığı rol büyüktü. Çünkü ismin gökten indiğine, uğur ve uğursuzluk getirdiğine inanılırdı. Gerçi analarından babalarından aldıkları adı unutarak sarayda yeni isimlerle çağrılmaya alışan kadınlar, Arapça ve Acemce kelimelerin birleştirilmesiyle yapılan kendi adlarını doğru söyleyemezlerdi. Garip değişikliklere uğratırlardı. Ancak o adın anlamını mutlaka bilir ve bu anlamdaki kuvvete, zarafete göre övünürlerdi. Adında zarif ve güzel bir taraf bulunmayan kadınlar ise adeta üzülür, yeni bir isim alma çaresi aramaya koyulurlardı.
Hafsa Sultan işte bu düşünceye uyarak, Hünkâr da yüreğini büyüleyen kızı güzel bir isimle anmak zevkini kuruntulayarak bir anda aynı şey düşünmüşlerdi. Anne, dalgın bir hâldeki oğlunu memnun edeceğini umarak acele etti.
“Yavrucağıza Gülbahar diyelim. Rahmetli büyük annenin adı… Uğur gelir belki.”
Süleyman dudaklarını büktü, dalgın dalgın mırıldandı.
“Babamın anası Gülbahar öldüğünde ben on beş yaşımdaydım; boyuyla posuyla, kaşıyla gözüyle kafamda dipdiri duruyor. Güzeldi, ama bu Rus kızı kadar alımlı değildi.”
“Şanslıydı ya, yeter. Baban gibi bir aslan doğurmuştu.”
“Her Gülbahar bir Yavuz doğurmaz, anne. Başka bir Gülbahar da dedemi doğurmuştu.”
“Yeri nur olsun, dedenin nesi vardı ki?”
“İki büyük arasında bir küçüktü o, valide. Fatih’in oğlu, Yavuz’un babası? İkisiyle de ilişkisi yok gibi bir şey!”
“Deme Aslanım, böyle deme, dedenin ruhu incinir, bugüne bugün onun kanını taşıyorsun. Ben de duyarak, işiterek biliyorum. Rahmetli deden, cennetlik baban gibi yavuz kişi değildi ama Allahlıktı. Ona ‘veli’ diyorlar.”
“Deli dememek için, anne, deli dememek için. Sen bu halkı tanımazsın. Onlar, bir kelimeyle koca bir padişahı maskaraya çevirirler. Dedeme veli demelerinin sebebi budur, onunla eğlenmektir. Padişahlardan veli çıkar mı hiç?”
Ve ağzı açık kalan annesinin hayretini önemsemeyerek konuya döndü.
“Kızın adı,” dedi, “Hürrem olsun.”
“Ne demek Hürrem, evlâdım?”
“Gönül açıcı, yürek ferahlatıcı, sevinçli, güleryüzlü, mutlu demek!”
“Hay ağzını seveyim Aslanım. Ne de uzun anlattın bir tek Hürrem’i!”
“Bir tek, doğru anne… Ancak bine bedel!”
Hünkâr hızlı hızlı yürüdü, odadan çıktı, kendi dairesine doğru gitmeye koyuldu. Dalgındı, farkında olmadan boyuna şu beyiti tekrar ediyordu:
Eğerçi yeryüzü hürremdir, ey dost,
Veli sensiz gönül pür gamdır, ey dost.
Yatak odasının eşiği önünde bu şiir dudaklarından silindi, kelimelerin yerine geniş bir tebessüm geldi ve için için söylendi.
“Küçüğü korumak için büyüğü avutmalı. Böyle yapmazsak gülü dalında kuruturlar, yüreğime dert düşürürler.”
Bunu söyledikten sonra odaya girmekten vazgeçti, adımlarını Mahidevran’ın dairesine çevirdi ve onu küçük Şehzade’nin yanında buldu. Ana, gürbüz yavrusunu dizine yatırmış, saçlarını okşuyordu. Karşısında el pençe divan duran Başkalfa da alı al, moru mor bir yüzle bir şeyler anlatıyordu.
Genç Hükümdarın odaya girmesiyle beraber Başkalfanın dili tutuldu, yüzünün rengi değişti, dizlerine titreme geldi. Bayılacak ve bulunduğu yere düşüp yığılacak gibiydi. Süleyman, suç üstünde yakalanmışa benzeyen bu kadının acıklı telaşını sezmemiş gibi göründü, yavrusunu kucaklayıp yerinden sıçrayan Hasekinin yanına gitti.
“Gönlüm,” СКАЧАТЬ