Название: TAAŞŞUK-I TALAT VE FİTNAT
Автор: Sami Şemsettin
Издательство: Автор
isbn: 978-625-8035-62-9
isbn:
“Nasıl ağlamayayım… Ah! Ben… seni… seviyorum… bilmem… sen… beni seviyor musun, sevmiyor musun? Hatta dün, seni sevdiğimi babama da söyledim de… bana güldü… O neyse! Fakat bir şey hatırıma geldi. Yarın öbür gün beni mektepten alacaklar; yaşmak, ferace bilmem ne giydirecekler. O zaman nasıl görüşeceğiz, nasıl yapacağız?”
“Ah! Onu ben de düşünüyorum. Ben de böyle bir ayrılıktan korkuyorum, ama Allah kerim… Şimdiden mi ağlayacağız? İki, üç sene görüşmeyeceğiz. İşte bu, bizim çilemiz olsun.”
“Nasıl, iki-üç sene? Ya sonra? Sonra nasıl görüşeceğiz? Sen bir zaman sonra evlenirsin… ben de… ah! … Elimizde değil ki. Anam dün akşam söylüyordu ki: Baba – ana kızlarını, oğullarını istedikleri gibi evlendirir, onlara hiç sormazlar. Baban sana bir kız verirse almayacak mısın?”
“O ne! Ben evleneyim, ben senden başka kız alayım! Ah, mümkün müdür! İnanır mısın Saliha’m! Ben sensiz yaşayayım. Ah! (Bu) sevdiğim kadar sevmezmişsin demek oluyor.”
“Ah, Rıfatçığım! Benim sevgimi gönlüne sor, nasıl ki ben, senin sevgini gönlüme soruyorum, ama ne yapalım? Elimizde ne var?”
Rıfat Bey bana cevap vermeksizin hokka kalemiyle bir parça kâğıt aldı, bir iki satır yazı yazdı, önüme attı. Bir de alıp okudum ki: Beşikten mezara aşkımız kalıcı olup, birbirimizi almamaya mecbur olursak kendimizi öldürmezsek soysuzuz, yazmış ve kendi imzasını koymuş. Ben de imzamı koydum. Bir daha onun gibi yazdı, buna da imzalarımızı koyduk. Birini o aldı, cebine koydu, birini de bana verdi.
Saliha Hanım bu noktaya geldiği gibi, cebinden bir sürü anahtar çıkarıp, yanında bulunan bir çekmeceyi açtı. İçinden, altından yapılmış iki kılıf çıkardı. Birini açtıktan sonra içindeki bir kâğıt parçasını alıp okudu. Okurken gözyaşı çeşme gibi aktı. Ayşe Kadın, Saliha Hanım okurken öbür kılıfı alıp:
“Ay, ne guzel! A hanim? Heb altin bu, elli dirhem6 var… Kaş paraya almiş acaba?”
“İşte dadı, Rıfat Bey’in yazdığı kâğıtlar bunlardır. Bunu kendisi aldı. Ah! Sekiz sene cebinde tutmuş! O senin elindeki, sekiz sene benim cebimde durdu. Her sabah, akşam çıkarır, üzerine gözyaşı dökerdim. Kan da… Ah! Kan da dökecektim…”
“A… Kan! Allah korusun! Nişün hanim?”
“İşte bizim nişanlarımız yüzük, çevre bilmem ne yerine bu iki kâğıt parçalarıdır ki muşamba içine koyup sekiz sene ceplerimizde tuttuk, gözyaşlarımızla ıslattık. Kanımızla bile boyatacaktık… Sonra Cenâb-ı Hak istedi de altın kılıflara koyduk.”
Saliha Hanım kılıfları çekmeceye koyduktan sonra hikâyeye yine başladı:
“Rıfat Bey’in bu yazdığını gördüm. Kâğıdı cebime koydum. Biraz teselli buldum. Başka hayaller zihnime gelmeye başladı. Kısacası, bir sene daha böyle geçti. Bizim aşkımız ve sevgimiz günden güne artıyordu. Anam, daima bana yaşmak takmayı teklif ediyordu, ama ben, ‘Hâlâ küçüğüm,’ diyerek istemiyordum. Sonunda beni mektepten çektiler; mini mini bir ferace, bir yaşmak hazırladılar. Ben babamın önünde, ‘Mektepten nasıl çekileceğim? Nasıl yapacağım? Ben cahil kalacağım,’ diyerek ağladım, sızladımsa da fayda vermedi. Babam: ‘Bunu merak etme kızım. Ağlama kuzum. Bu âdettir; kız, on-on bir yaşını geçtiğinde yaşmaksız, feracesiz sokağa çıkamaz. Biz, âdetin dışında nasıl hareket edebiliriz? Herkes sonra bize güler… Ama derslerini merak edeceksin, senin derse sevdan olduğu zaman, o bildiğini kendi kendine ilerletebilirsin. Ben de sana bazı zamanlar ders verebilirim… Ne yapalım? İşte hâlâ kızlar için özel mekteplerimiz, kadın hocalarımız yok ki… Erkek mektebine on beş yaşındaki bir kız nasıl gider?’ diyerek bana teselli vermek istediyse de benim asıl kederlendiğim şey, Rıfat Bey’in ayrılığı olduğundan hiçbir şekilde teselli olmadım. Tenha bir yere çekildim. Ağlamaya başladım. Öyle ağladım ki gözlerim ceviz tanesi gibi fırladı. Dünyadan tamamen ümitsizliğe düştüm. Rıfat Bey’in mektebe gideceği, beni bekleyeceği, göremeyince ne yapacağı hatırıma geliyordu. Zavallı çocukcağız kederlenecekti; çünkü Rıfat Bey’in sevgisinden de hiç şüphem yoktu. İşte buna, gönlüm fazlasıyla sıkılıyordu, ama daha birkaç ay, her ne kadar ki mektebe gidemedim, sokağa çıkamadım; fakat Rıfat Bey’le ara sıra görüştük. Bir zamandan sonra bu da kesildi. Rıfat Bey’le hiç görüşemedim. Bazı defa geçerken pencereden görüyordum. O zaman da sabrım ve ümidim artıyordu. Bir türlü teselli olamıyordum. Beş, altı ay böyle geçti. Ah o beş, altı ay! Bana beş, altı sene gibi göründü.
HABERLEŞME
Bir gün, odamda tek başıma oturuyordum, Rıfat Bey’in yazdığı sözleşmeyi – hani ya şimdi gördüğün kâğıdı – çıkardım. Okudum, baktım, ağladım. Gözyaşlarım üzerine döküldü. Bir de baktım ki kapı yavaş yavaş açıldı. Biri başını soktu, bir şey arar gibi her tarafa baktı. Ben, kâğıdı hemen cebime koydum, gözlerimi sildim.
“Kim o? İçeri gelsene!” dediğim gibi Kamile Hanım’ın – Rıfat Bey’in annesidir – cariyesi Gülzâr girdi. Bu cariye on-on bir yaşında bir kızcağızdır. Pek uslu bir kız, ben pek çok seviyordum. Seveceğim a! Rıfat Bey’in cariyesiydi.
“Ha, Saliha Hanım burada; hem yalnız! İşte benim istediğim,” dedi.
“Gel Gülzâr Hanım gel!” dedim. Yanıma geldi. Cebinden, bir zarfa sarılmış bir mektup çıkardı, bana verdi.
“İşte Rıfat Bey şu mektubu verdi ve sizi yalnız bulup vereyim de cevabını götüreyim,” dedi.
Ellerim titreyerek, gönlüm tiz tiz vurarak mektubu açtım. Şu şekildeydi:
Ruhum Saliha’m,
İşte altı ay oldu ki görüşemeyiz. Çok özledim. Allah vere de bir daha görüşelim. Birbirimizi dünya gözüyle bir daha görelim. Ah, o beraber olduğumuz zamanlar. Ah, o zamanlar! Nasıl su gibi geçti o günler? Şimdi bizim için bir dakika, bin yıldır. Saliha’m! Şimdiden sonra hiç olmazsa mektuplarla görüşelim. Gülzâr’la mektubun cevabını gönder. Şimdilik bu kadarla yetinelim. İnşallah yakın zamanda görüşürüz. Allah’a ısmarladım. Ah! Ah! Ah!
Bu mektubu okudum. Tekrar okudum, belki ezberledim. Her bir harfini gönlümce, uzun uzadıya inceledim. Biraz teselli oldum. Yüzüm biraz güldü, gönlüm biraz açıldı. Hokka kalemi aldım, şu cevabı yazdım:
Candan Aziz Rıfat’ım,
Mektubunuzu aldım. Dünyalarca memnun oldum. Belki taze hayat buldum. Ah, ne derim! Bu memnuniyet hiçbir şeyle kıyaslanmaz. “El mürâseletün nısfu’l-muvâsalat”7 derler. Kavuşmak, ne büyük şey kavuşmak… Ah, mektuplaşmak da onun yarısı değil mi ya? Ah Rıfat’ım! Senden ayrı halim nedir? Hiç tarif istemez. Allah hemen bizi birleştirsin. Başka elimizde ne var? Şimdilik bundan fazla yazamam. Üç gün yazsam gönlümün derdini bildiremem; fakat zaman uygun değil. İkinci mektubunuzu beklerim. Allah’a ısmarladım. Ah! Ah! Ah!
СКАЧАТЬ
6
Okkanın dört yüzde birine eşit eski bir ağırlık ölçüsü birimi (3,2075 gr.)
7
(Ar.): Bir deyim. Mektuplaşmak, yarım kavuşmaktır.