Alabildiğine ak, nerdeyse dokununca yok olacakmış gibi saydam yüzü ve elleri mi, çevresini aydınlatır gibi görünen saçları mı yaratıyordu bu izlenimi, insanlara hep aşağıdan bakması gibi tatsız bir durum yaratan kısa boyu mu, yaşıtlarının tersine, daha sakalı çıkmamış olmasına, çıkacağa da benzememesine karşın, en kendini beğenmiş kızların bile göz göze gelince bir akıma kapılmış gibi titremesine yol açan çekici ve güleç yüzü mü, her an düğüne gidecekmiş gibi, tiril tiril, kusursuz giyimi mi, ne zaman bir başka gözle karşılaşsa, karanlıkta üzerine ışık vurmuş bir su gibi ışıldayan gözleri mi, her şeyden bir kahkaha nedeni çıkarması mı, kendisini dışlamış olanları alaya alması mı, canlı bir ansiklopedi gibi her şeyi bilmesi, ansiklopediyi de aşarak olguları, nesneleri ve sözleri birbirine kendince yeniden bağlayıp yeniden anlamlandırması mı? Başkaları gibi Yusuf Aksu da herhangi bir yanıt getiremiyordu.
Anlamaya çalışmadığından değil; tam tersine, çok kafa yordu bu konuya, uzun yıllar süresince, nice deviniyi, nice sözü, nice kahkahayı, nice bakışı, belki ilk doğdukları andakinden de kapsamlı bir biçimde, belleğinde yeniden canlandırdı, ama iş anlamlarını, en azından nedenlerini çıkarmaya gelince, varlığını ancak sezmekle kaldığı bir nesneye ulaşmak üzere, çok derin bir suya dalmak gibi bir şeydi: soluğu tükeniyor, çevresi karanlığa kesiyor, yarı yola bile varmadan geri dönmek zorunda kalıyordu. Bir kez daha, yaşanmışı yeniden yaşamaktı tüm yapabildiği. Örneğin Yunus elleriyle göğsünü döverek gülmeye başladığı zaman, kendisi de hemen o saniyede, aynı biçimde, elleriyle göğsünü döverek, gözlerini onun gözlerine ya da baktığı noktaya dikerek gülmeye başlıyordu. Onun gülünç bulduğunun gülünçlüğünü de apaçık görüyordu. Ama burada duruyordu her şey, nesnenin kendisi mi gülünçtü, yoksa Yunus’un bakışı ya da kahkahası mı gülünçleştiriyordu, o zaman olduğu gibi yaşını başını aldıktan sonra da çıkaramadı, çünkü her şeye gülebiliyor, ama ne zaman neye güleceği kolay kolay kestirilemiyordu. Örneğin yazın öğretmeni bir tatlıdan söz edecekmiş gibi dudaklarını şaklatarak, “Bakın, bugün ne okuyacağız,” deyip de “Birçok gidenin her biri…” diye şiir okumaya giriştiği zaman kopardığı kahkahaya da bir açıklama bulamamıştı. Tüm bildiği, nerdeyse saniyesinde, aynı kahkahayı kendisinin de kopardığıydı
Hiç kuşkusuz, Yunus benzerine kolay kolay rastlanmayacak bir çocuktu, nerdeyse her şeyi bildiği gibi, her konuda hep en kestirme çözümü buluyor, tahtada bir matematik ya da fizik problemi çözerken, tebeşir tutan elini izlemek bile zor oluyordu, ama, hele biraz coşunca, öyle bir kekeliyor, en kısa ve en sıradan sözleri söylemesi bile öylesine uzun bir süre gerektiriyordu ki kolejdeki ilk günlerinde bunu oyun olsun diye, yani “milletle dalga geçmek için” yaptığını ileri sürenler olmuştu. Daha sonra, varsayımın yanlışlığı anlaşılmış olmakla birlikte, Yunus’un kekemeliği çevresindekileri hep rahatsız etmişti: her konuda arkadaşlarınınkini kat kat aşan bilgisine, inci gibi yazısına ve sınav kâğıtlarında sergilediği kusursuz türkçeye, aynı ölçüde kusursuz ingilizceye karşın, en deneyimli hocalar bile bu özelliğini bir sakatlık olarak gördüklerini belli etmekten kendilerini alamıyor, Yunus’un belki çok doğru, çok anlamlı, ama kesintili konuşması uzadıkça, yerlerinde kıvranmaya, esnemeye, gözlerini ovuşturmaya başlıyorlardı; öte yandan, Yunus, sözcükleri dosdoğru yüreğinden fışkırtmak istermiş gibi, sol eli hep sol göğsünün üstünde, belki bir tür meydan okumayla, belki gerçekten başka türlü yapamadığından, hep yüksek sesle, nerdeyse bağıra bağıra kekelediğinden, onu dinlerken ister istemez dişlerini sıkıyor, parmaklarını kulaklarına bastırmamak için kendilerini zor tutuyorlardı. Onlar bunu yapmasa da kendisi görüyor, tahtaya çağrıldığı zaman, bir süre hecelerle boğuştuktan sonra, hiçbir biçimde, hiçbir gerekçe göstermeden, tümcesini birdenbire yarıda keserek gidip yerine oturduğu, şaşkınlık içinde kendisini izleyen hocaya buradan dostça gülümsediği oluyordu. Ayrıca, yüzlerine hep alabildiğine içten bir gülümsemeyle bakmasına karşın, belki de böyle alabildiğine içten bir gülümsemeyle baktığı için, içlerinden geçenleri olduğu gibi görüyormuş gibi bir duyguya kapılarak ürküyorlardı ondan, gözlerini gözlerinden kaçırmaya çalışıyorlardı.
Böylece, onun karşısında kendilerini daha yüzeysel, daha yetersiz, daha içinden pazarlıklı bulduklarından, gene de bunun suçunu ona yüklediklerinden olacak, nerdeyse tüm öğretmenler kendisiyle ilişkilerini en aza indirgemişlerdi. Öğrencilerin tutumu da çok farklı değildi bu konuda; ama onlar daha açıktı hiç değilse: heceler arasında geçirdiği süre çok uzun olduğundan, tümcenin başında işittiklerini ortasında unuttuklarını söyleyerek kahkahalarla gülmekte hiçbir sakınca görmüyorlardı. Yunus’a gelince, topu topu iki hecelik adını dünyanın en uzun adı olarak nitelemelerine, adının başına bir hece daha ekleyerek Yuyunus’a çevirmelerine, bununla da yetinmeyerek “Yuyunus ne olabilir? Kekeme bir yunus!” türünden soğuk mu soğuk söz oyunları çıkarmalarına kızmadığı gibi buna da kızmıyordu, ünlü kahkahasını bir kez daha koparıyordu yalnızca. Öyle de içten görünüyordu ki böyle zamanlarda yaşamı kesintisiz bir şenlik olarak algıladığı söylenebilirdi. Tersi de söylenebilirdi kuşkusuz. Örneğin bir gün, elleri pantolonunun ceplerinde, başı önünde, ağır ağır bahçede yürürken, ilgisiz biri, hiçbir şeyden anlamaz görünen genç jimnastik öğretmeni, yanındaki arkadaşına onu göstermiş, “Şu çocuğu görüyor musun, hiçbir zaman mutlu olamayacak!” demişti. En azından o sırada, pek de haksız sayılmazdı: arada bir, birden dalıp gittiği anlarda, Yunus’un yarı yumulmuş gözlerini görenler bu genellikle gülen gözlerin ardında derin bir kederin, daha da kötüsü, aşılmaz bir umutsuzluğun yattığını düşünebilirlerdi. Ne var ki böyle birden dalıverdiği zamanlar hem çok azdı, hem de çok kısa sürüyordu: çabucak topluyordu kendini.
Öyle görünüyordu ki her zaman söyleyecek bir şeyleri vardı, hem de, heceleri yinelerken yitirdiğini daha çok konuşarak kurtarmak mı istiyordu, neydi, yalnızca sıra arkadaşı Yusuf’la değil, öteki arkadaşlarıyla da konuşmak için hiçbir olanağı kaçırmıyordu. Onlarsa, özellikle anlamakta güçlük çektikleri fizik ya da matematik konularını soluklarını kesintili hecelerin akışına uydurarak sonuna dek dinleseler bile, belki çok daha ilginç, ama çıkarları dinlemelerini gerektirmeyen konulara geçtiği zaman, solukları hemen düzlem değiştiriyor, yüzlerinde yavaş yavaş alaycı gülümsemeler beliriyordu. Kim bilir, belki de ağzını açmasına bile gerek kalmadan tüm varlığından yayılan o başkalık ve üstünlük havası neden oluyordu buna. Kendisi de bunu bilir ve vurgular gibi davranıyordu. Örneğin, zaman zaman, özellikle de sınıfta çalışkan diye bilinen arkadaşlardan biri yanına gelip içinden çıkamadığı bir fizik ya da matematik problemini çözmesini isteyince, her işi bırakıp istenileni yapıyor, ama konuyu bir kez de sormuş olana açıklattırdıktan sonra, “Çok güzel! Ama sen de herkes gibisin: üstesinden geliyorsun da altından kalkamıyorsun, tıpkı benim gibi,” diyordu. Belki yaşamında gerçekten altından kalkamadığı bir şeyler bulunduğundan, belki şaka olsun diye, belki de, bu sözden sonra hemen herkes “Eşşoğlu СКАЧАТЬ