Yalan. Yücel Tahsin
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Yalan - Yücel Tahsin страница 18

Название: Yalan

Автор: Yücel Tahsin

Издательство: Can Yayınları

Жанр:

Серия:

isbn: 9789750717642

isbn:

СКАЧАТЬ yoktu, o da etkilendi ister istemez, her şeyi unutarak onları izlemeye başladı. “İstanbul’da bu kadar çok, bu kadar değişik kuş bulunduğunu bilmezdim,” dedi kendi kendine. “Ne bu böyle? Kuşların bayramı mı bugün?” Kalktı, pencereyi açtı, uzakta, denizin üstünde dönenen martıları, kimi zaman uzaktan, kimi zaman çok yakından uçan, ok gibi içeriye dalacakmış gibi yapıp son anda yön değiştiren kırlangıçları, bahçede, yerde, dallarda, oraya buraya atlayan serçeleri, sakaları, çalıkuşlarını, sığırcıkları, kumruları, güvercinleri, kargaları hayranlıkla izledi. Nereden geldiğini bilmediği, belki de insanlığın dil öncesindeki arılık dönemlerine bağlanan bir özlemle başı döndü. Aynı anda, uçsuz bucaksız ve göz kamaştırıcı bir aydınlıkta, kuş seslerinin aydınlığında buldu kendini, gözlerini yumdu, öyle durup kuşların sesini dinledi bir süre, “Evet, Yunus haklı, Yunus yerden göğe haklı: kuşlar konuşuyor işte, ama bu konuşmadan da fazla bir şey,” diye söylendi. “Fazlasıyla fazla bir şey!” Fazla olan neydi? Tüm kuşların ortak ezgisi mi, doğanın mayıs dinginliğinin etkisiyle kuş konuşmalarının ezgiye dönüşmüş biçimi mi? Fazla oyalanmadı bunun üzerinde. Doğa hiçbir zaman fazla ilgilendirmemişti onu. Kuşların konuştuğuna inandığına göre, doğada doğal olmayanı daha ilginç bulduğu da söylenebilirdi. Gerçek olan bir şey varsa, o da bu şenlik karşısında büyülendiği, kendini her şeyden soyutlanmış, Yunus’un yokluğunun acısından bile uzaklaşmış olarak bu seslerin odağında bulduğu ve burada kalmaktan başka hiçbir şey istemediğiydi. Kaldı da, uzun süre kaldı. Mutfak yanında bir ayak sesi işitip de gözlerini açtığı zaman, güneş batmış, ortalık kararmaya yüz tutmuştu, dışarıdan değil de kendi içinden geliyormuş ya da yalnızca gözkapaklarının açılıp kapanmasına bağlı bir oyunmuş gibi ezgi de yok oluverdi. İçini çekti. Aynı anda, önündeki pencerenin pervazından daha önce hiç görmediği iki ak kuş havalandı, bir çift ışık çizgisi gibi, yan yana, birbirine değecek kadar yakın, ok gibi uzaklaşıp göğün mavisinde siliniverdiler. Yusuf Aksu gözlerini gökyüzünde dolaştırdı, pencereden eğilip bahçenin ağaçlarına baktı. Nerdeyse tüm kuşlar ortadan çekilmişti. “Olur şey değil!” diye mırıldandı, şurada en az iki saattir yaşadıklarının yalnızca bir düş olup olmadığını düşündü.

      Gene de, o günden sonra, kuşlar hep çekti ilgisini, radyo dinlerken, ansiklopedi karıştırırken, koltuğunda uyuklarken, güvercin kuğurdaması bile olsa, şöyle biraz canlı, biraz farklı bir kuş sesi işitti mi nereden geldiğini ve kuşun bu sesi çıkarırken ne yaptığını anlamaya çalıştı. Bu arada, örneğin güvercinlerin ya da kumruların karşılıklı ötüşlerine eşlik eden devinimlerin anlamını çözmekte hiç zorlanmadı, konumlarını kendisininkinin tam tersi olarak nitelediği de çok oldu. Ama, belki de yalnızca konuşmanın varlığını saptadığı, hiçbir zaman tümce ya da sözcük düzlemine inmediği için, hiçbir biçimde bir üzüntü nedeni çıkarmadı bu karşılaştırmadan. Buna karşılık, kimi geceler, ama ayda yılda bir kez, çok yakınlarda bir yerlerde, birbirine saniyesinde yanıt veren iki görünmez kuşun ince, yumuşak, anlaşılmaz söyleşisi karşısında gözleri yaşardı her zaman, görünmediklerinden olacak, tüm ilişkileri bu seslerdeymiş, bu seslerle yalnızca konuşmakla kalmıyor, aynı zamanda oynaşıyor, sevişiyorlarmış gibi bir duyguya kapılıyor, onların sesini işitti mi her şeyi bırakıyor, sabaha kadar da konuşsalar dinliyordu. Nerdeyse bir dostluk gereğiydi bu, çünkü, ona öyle geliyordu ki, bu iki kuş olsa olsa kuş bayramı diye nitelediği gün pencereden bir ok gibi fırlayarak göğü delip geçen ak kuşlar olabilirdi. “Yunus’un kuşları,” diye söyleniyordu.

      Yusuf Aksu o günden sonra hep dinledi ve izledi kuşları. Ancak, onlar da dünyaya bağlayamadı kendisini: hâlâ arada bir ölümün geldiğini duyarak soluğunu tutup elleri göğsünde, öylece beklemesi, beklediği gerçekleşmeyince, derin derin göğüs geçirerek ıslak gözlerini silmesi göz önüne alınınca, bu koca evde kendini yalnızca bir konuk olarak gördüğü, hiçbir şeyi bozmamaya özen göstermesinin de bundan kaynaklandığı düşünülebilirdi. Enis beyin emektar avukatı Münür bey, iş görüşmelerine geldiğinde, babasının, şimdi de kendisinin bir dostu olarak, onu biraz silkelemeye çalıştı, biraz açılmaya zorladı, kimi işlerin çözümü için birlikte çıkmayı önerdi, tasarılarını öğrenmeye, yaşamına birtakım amaçlar sokmaya çalıştı, ama çabaları sonuç vermedi. Bu arada, gerek kolejden, gerek Edebiyat Fakültesi’nden birtakım eski sınıf arkadaşları arasında, kapısını çalanlar da oldu. Bunlara arkadaş denilebilirse, kolejdeki arkadaşlarının, kimileri sonradan konduğu büyük servetin başında ne yaptığını öğrenmek, kimileri ortak iş önermek, kimileri kendisini bir yakınıyla başgöz edip yalnızlıkta boğulmasını önlemek, çok azı da, hiç değilse görünüşte, büyük dostunun unutulmaz anılarını canlandırmak istedi; Edebiyat Fakültesi’nden gelen arkadaşlarıysa, konuşmayı daha çok bilimsel konulara doğru çekiyorlardı. Hepsine de iyi davrandı. Ama hiçbiri ilgisini çekmiyor, hiçbiri içinde bir sevinç kıpırtısı uyandırmıyordu; tam tersine, hepsi de Yunus’un yokluğunu her zamankinden de acı bir biçimde duyurmaktaydı. Yavaş yavaş, özellikle lise arkadaşlarından başlamak üzere, kapısını herkese kapatmaya başladı. Edebiyat Fakültesi’nden ayrılmasından şöyle böyle üç yıl sonra, evde çalışanlar ve işlerini yürüten avukat dışında, hiç kimseyle görüşmez oldu.

      Ne olursa olsun, Amerikan Koleji’ndeki arkadaşları adını daha çok Yunus Aksu’dan söz ettikleri zamanlarda ya da sözü Yunus Aksu’ya getirmek için anarken, Edebiyat Fakültesi’ndeki arkadaşları bambaşka bir yol izlediler: hem yalnızca kendisi olarak, hem de gittikçe artan bir saygıyla, nerdeyse önlerini ilikleyerek andılar onu, ne zaman bir hoca dersi biraz karışık anlatsa ya da ingilizce bir sözcüğü yanlış söylese, ne zaman arkadaşlarından biri olmayacak bir saçmalık yapsa, ne zaman dilin doğasından ya da yapısından söz açılsa, İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrencileri hemen onun benzersiz bilgisine ya da konuya mantığın damgasını vurduğunu düşündükleri kuramına ilişkin öykülere giriştiler. Hem de bunu öyle sık ve öyle bir coşkuyla yaptılar ki gelenek kendisini doğrudan tanımış öğrencilerin bölümü bitirmelerinden, kendisine ders vermiş olan kimi hocaların emekliye ayrılmasından sonra da sürdü; üstelik, ünü hem fakülte sınırlarını aşarak çok değişik öbeklere yayıldı, hem de, örneğin fazla bilgili ve fazla yaratıcı bir öğrenci olması nedeniyle ileride karşılarına bir profesör olarak çıkmasından çekinen kıskanç ve yeteneksiz hocalarca bölümden ayrılmak zorunda bırakıldığı gibi temelsiz söylentilerle zenginleşerek yeni boyutlar kazandı. Bu arada, kolaylıkla kestirilebileceği gibi, ünü yaygınlaştıkça görüşleri konusundaki yetersiz bilgiler her geçen gün biraz daha bulanıklaştı. Ne var ki, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü bırakmasından yirmi yıl sonra bile, fakülte içinde ve dışında, gerek üniversitenin gerçek üniversite olduğu günleri özlemle anımsayanlar, gerek Türk bilim adamlarının Batılı bilim adamları yanında ezilmeyeceği parlak bir bilimsel gelecek düşleyenler için, Yusuf Aksu aynı zamanda hem göğüs kabartan, hem iç sızlatan bir söylendi.

      Ama o her geçen yıl biraz daha içine kapalı, biraz daha yalnız, biraz daha yaşlı bir adam olmakta, bulanık ününden tümüyle bağımsız bir yaşam sürmekteydi. Yalnızlıktan haz duyuyordu sanki. Maçka’daki daireler boşaldıkça, sırf yeni insanlarla karşılaşmak korkusuyla, kapıyı kapatıp anahtarını masasının dolabına atıyor, bunları bir daha kiraya vermediği gibi arada bir şöyle bir dolaşıp bakmayı bile düşünmüyordu. Bu arada, yıllar yılı insanların dilini küçümsedikten sonra, yazgının bir çelişkisiyle, koltuğunda otururken, kitaplıktan bir ansiklopedi cildi alırken, radyo dinlerken, hatta yatağında yatarken, kendi kendine konuşmakta olduğunu ayrımsayarak irkiliyor, ama, irkilme nedeni önemini СКАЧАТЬ