Böylece, Refika hanım, geleneksel tüllü şapkasını, geleneksel kara tayyörünü ve dantel yakalı ak bluzunu bir kez daha giydi, Yusuf Aksu, bu önemli gün için özel olarak yaptırtılan lacivert giysisini, tıpkı ilk kez kolejin yolunu tuttukları günkü gibi, anne önde, oğul arkada, Enis beyin kocaman Cadillac’ından inip Edebiyat Fakültesi’nin kapısına yöneldiler. Ne var ki, Refika hanım yıllar öncesinin giysisiyle belirli bir değişmemişlik yanılsaması yaratabilse bile, Yusuf Aksu, yeni ve çok sevdiği bir soyadıyla, ama burada da kalçalarına sonradan, iğreti bir biçimde takılmış gibi görünen, incecik bacaklarının üstünde, şimdiden kamburlaşmış bir sırtla, çiçeği burnunda bir üniversiteliden çok, oradan oraya koşan, gürültücü öğrenciler arasında yaşamaktan bıkmış, geçkin bir hocayı andırıyordu. İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde, sınıfa ilk girişinde, kürsüye kurulmak yerine, sıralara yönelmesi yeni sınıf arkadaşlarını şaşırttı. Sonraki günlerde, sabahları, fakülteye benzerlerini ancak filmlerde gördükleri kocaman arabayla gelmesi, öğleleri, büyük bir olasılıkla karnını doyurmak için, en az yarım saat süresince, camlarından içi görünmeyen bu arabada kalması çevresinde yoğun bir gizlem havası yaratarak başka bir gezegenden gelmiş bir yaratık gibi görülmesine yol açtı. Sınıf arkadaşlarıyla konuşmaktan kaçınması, hatta onları görmezmiş gibi davranması da bu izlenimi artırdı. Daha çok uzaktan izlediler onu.
Kısa bir alışma döneminin ardından, usul usul yanına yaklaşarak kendisiyle konuşmayı deneyenler olduysa da tek sözcüklük yanıtlarından ölümlülerle dostluk kurmaya istekli olmadığı sonucunu çıkararak geri çekildiler; ama, fazla yorgun ve fazla yaşlı görünmesi, dolayısıyla içlerinden biri olmaması nedeniyle, tutumunu pek de aykırı bulmadılar; tam tersine, zaman zaman, kendisine yöneltilen sorulara, o herkesi derinden etkileyen sesiyle, soruldukları dile göre, yanlışsız ve vurgusuz bir ingilizce ya da türkçeyle verdiği kısa ve kesin yanıtlarla hocaları şaşkına çevirmesinden olağandışı bir öğrenci karşısında bulundukları, bugün sınıfta sözü edilen bir kitabı ertesi gün çantasından çıkararak bir yandan okuyup bir yandan satırların altını çizmesine bakarak bulduğu yanlışları düzelttiği, dolayısıyla, İngiliz dilini ve edebiyatını, İngiliz uyruklular da içinde olmak üzere, tüm hocalardan daha iyi bildiği sonucunu çıkardılar; böylece, Yusuf Aksu’ya Amerikan Koleji’nde verilen adı bu kez de onlar koydular. Eski sınıf arkadaşlarından biriyle karşılaşan bir öğrenci kolejde de aynı takma adı taşıdığını ve dil konusundaki özgün görüşleriyle tanındığını öğrendi. Bu arada, ister istemez Yunus’tan da söz edildiğinden, ya anlatan iyi anlatmadığı, ya dinleyen iyi dinlemediği için, Yusuf Aksu’ nun kimliği büyük ölçüde unutulmaz arkadaşının kimliğiyle karıştırıldı. Sonuçta, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünün birinci sınıf öğrencileri “yaşlı” arkadaşlarına kolejlilerinkinden çok farklı bir gözle bakmaya başladılar: bir yandan dil konusunda ürettiği sanılan kuram kırıntılarını yalan yanlış demeden tüm fakülteye yayarken, bir yandan da, kolejdeki sınıf arkadaşlarınınkinin tersine bir yönelişle, olağandışı öğrenci etkinliklerini gurur ve hayranlıkla izlediler. O da kendilerini hiçbir zaman düş kırıklığına uğratmadı doğrusu.
Bununla birlikte, Yusuf Aksu yeni durumundan hiç de hoşnut değildi: fakültede birkaç tutarsız ders dinlemek için, haftanın beş günü “tatsız” bir kalabalık ortasında sürüklenmek zorunda olmanın sıkıntısı bir yana, her konu en iyi ansiklopedilerde işlendiğine göre, yapılabilecek en iyi öğrenimin ingilizcesini kusursuzlaştırmasını sağlayacak bir öğrenim olduğu düşüncesiyle girdiği bu bölümde, çelişkin bir biçimde, bir yandan verilen yabancı dil bilgisinin geldiği kurumda öğrendiklerinin çok gerisine düştüğünü, öbür yandan hocaların okunmasını istediği kitapların en büyük ansiklopedilerin en çetrefil maddelerinden bile daha karışık olduğunu, bu da yetmiyormuş gibi, zaman zaman mantığına da, o güne dek Yunus’tan öğrendiklerine de ters düşen şeyler anlattıklarını, bu konuda hocaların da kitaplardan geri kalmadığını görerek kendi kendini yiyordu. Konuşmayı öteden beri sevmediğinden, başlatabileceği bir tartışmanın nereye varacağını da bilmediğinden, tüm dersleri hiç sesini çıkarmadan dinliyor, benimsemese de belleğine yerleştirmeye çalışıyordu. Ama, bölümdeki ikinci yılının ilk günlerinde, herkesin yerine yerleşip hocayı beklediği bir sırada, sınıfa kucağında bir sürü kitapla gencecik bir hanım girip kürsüye yönelince, Yusuf Aksu neye uğradığını bilemedi: bu kadın şaşırtıcı bir biçimde Canan’a, dostunun ölümüne neden olan uğursuz kıza benziyordu. O gün bugün, nerdeyse tüm genç kadınlara içgüdüsel bir kin duymaktaydı, işin içine Canan’a benzerlik de girince, genç öğretim üyesini büyük bir horgörüyle dinledi. Ele aldığı konuyu kavramakta kendisi de zorluk çeker gibi görünüyor, “yapı”, “dizge”, “eşsüremlilik”, “artsüremlilik” gibi birtakım bulanık kavramlar çevresinde dönüp duruyordu. Sonra, “sanki bilim köke inmek değilmiş gibi” dilleri tarihe başvurarak açıklamanın neden yanıltıcı olduğunu örneklerle açıklamaya kalkınca, Yusuf Aksu kendini tutamadı artık: soru sorulmadıkça konuşmama alışkanlığını bozdu; parmak bile kaldırmadan, “Siz bu söylediklerinize gerçekten inanıyor musunuz?” diye sordu.
Genç öğretim üyesi şaşırdıysa da sarsılmadı, bu işin inanıp inanmamakla bir ilgisi bulunmadığını, çünkü açıklamaya çalıştığı kavramların büyük dilbilimci Ferdinand de Saussure’ün kuramının yöntemsel temellerini oluşturduğunu söyleyerek konuyu kapatacağını sandı. Ama Ferdinand de Saussure Yusuf Aksu için ansiklopedinin on binlerce maddesi arasında birkaç satırlık bir maddeydi yalnızca; buna karşılık, Yunus’tan dinledikleri hava ve su gibi doğal bulduğu şeylerdi, Yunus da her şeyi kökene, ilk kaynağa giderek açıklardı. Genç öğretim üyesi yeniden konusuna dönmeye hazırlanırken, o, kararlı bir biçimde, bu yollardan hiçbir yere varılamayacağını, bize gereken şeyin örneğin kuş dillerinin çözümlenmesiyle başlayacak bir “evrensel dilbilim” olduğunu, bir Türk dilbiliminin de ancak bu yola baş konulduktan sonra doğabileceğini kesinledi. Genç öğretim üyesi şaşırıp kalmıştı, büyük olasılıkla bir deliyle karşı karşıya bulunduğunu düşündü.
“Siz dili nasıl tanımlıyorsunuz?” diye sordu.
Yusuf Aksu sol elini yüreğinin üstüne bastırarak Yunus’un hocalar ve öğrenciler karşısında kim bilir kaç kez yaptığı tanımı bir de kendisi yineledi.
“İnsanları yetersiz bir sözcük dağarcığının içine kapatarak aralarında gerçek bir iletişim kurmalarını önleyen yapay bir dizge.”
Canan’a benzeyen öğretim üyesi, dudağında tuhaf bir gülümseme, hiçbir şey söyleyemeden, şaşkın şaşkın dikilirken, o büyük dostunun ölümünden birkaç gün önce Nietzsche’de bulduğu bir gözlemi anımsadı.
“Öyle görünüyor ki dil yalnızca bayağı, sıradan, iletilebilir şeyler için yaratılmıştır. Kişi sırf konuşmakla bile bayağılaştırır kendini,” dedi. Canan’a benzeyen öğretim üyesi Nietzsche’nin düşüncesini saçma bulduğunu söyleyince de Yunus’un bir başka sözü geldi usuna, “Bunu böyle anlamanız çok acı, benim için değil, sizin için!” diye ekledi.
СКАЧАТЬ