“Herkes başkalarının işlerine sarf ettiği aklını kendi işlerine sarf etmiş olsaydı dünyada bedbaht ve sefil kimse kalmazdı.”
Ahbap kadınlarının verdikleri nasihatlerin neticesi hemen umumiyet üzere Recep Efendi’ye münasip bir kız bulunup evlendirilmesi meselesine dönüşürdü. Çelebi Molla ise bu tekliflere büyük bir nezâketle bir tebessüm ederek derdi ki:
“Oğlumun mürüvvetini görmeyi ben de istemez miyim? Hatta evlendirmek için küçük de değildir. İdaremiz sebebiyle de buna bir mâni yoktur. Fakat evliliği istemek onun hakkıdır. Onu evliliğe zorlamaya da bizim hakkımız yoktur. Evet! Şöyle bir teklif ve teşvik edilmesi lüzumu hatırlara gelir ama benim kaidem böyle değildir. Bence bir delikanlı evlenmek isteyince onu anasına babasına anlatmanın elbette bir yolunu bulur.”
Bazen Hüdayinabit, yani ekilmeden biten ot, pek güzel bir bitki olduğu hâlde yine Hüdayinabit olmak üzere ne güzel insanlar da bulunur ki hiç kimseden bir hikmet dersi almamış oldukları hâlde sadece hislerinin yönlendirmesiyle âdeta her şeye hâkim olurlar. İşte Çelebi Molla da böyle kendi kendisine yetişmiş bir hâkim olduğunu her hâliyle gösteriyor. Öyle ya! Bir delikanlı evlenmeye lüzum ve ihtiyaç gördüğü zaman onun icabını icra için de mutlaka güzel bir münasebet bulur. Fakat delikanlı henüz evlenmeye lüzum görmediği hâlde onu evlendirmeye zorlayanlar sanki onun hakkında dostluk mu etmiş olurlar? Yüksekokul tahsili yapan öğrencilerden birisini tanırız ki diploma almaya iki sene kalıncaya kadar sınıfın birincisiydi. Aralıkta bir gençlik hâliyle şuraya buraya ettiği kaçamakları uygun görmeyen ebeveyni çocuğu evlendirmeye kalkıştılar. Çocuk istememekte ısrar ettiyse de edilen teşviklere nihayet karşı gelemeyerek evlendi. O sene sınıfta kaldı. İkinci sene de o sınıfın fena öğrencilerinden olmak üzere ancak sınıfını geçebildi. Çocuk bunu görünce aklını başına topladı. Zaten iki sene evlilik âleminde ömür geçirmekten de doymuş ve biraz da usanmıştı. Son seneyi de fena bir talebe gibi geçirmemek için biçare kadını terk etti. Fakat güzel bir diploma alabildi ise de bıraktığı zevcesini tekrar almadı ve bu şekilde bir kadını da bedbaht etmiş oldu.
“Kuş yuvada gördüğünü işler” atasözünü kim tesis etmiş ise mutlaka validelerde olan terbiyenin evlada da intikal ettiğine dikkat etmiştir de bu atasözünü öyle tesis eylemiştir. “Anasına bak kızını al” meselesi de böyledir. Yeni ahlakçılar aynı manayı eda etmek için “insanın ilk mektep terbiyesi validelerin kucağıdır” diyorlar. Bu hâlde Çelebi Molla’nın hususi hâline dair ne kadar haber almış olur isek Recep Köso’nun yani romanımız kahramanının hususi hâlini de o kadar mükemmel öğrenmiş oluruz. Çelebi Molla’nın ne ince düşünür, ne müdekkik hareket eder bir kadın olduğuna delalet edecek ahvalden olmak üzere şunu haber aldık ki: Rumeli’nin her tarafında “muma” ve “dola” gibi adlar ile Hristiyan kadın ve kızları, kibar ailelerin evlerinde hizmetçilik ederler. Bu hâl yalnız Rumeli’ye, yalnız Osmanlı memleketine mahsus değildir ya? Avrupa’da da vardır. Avrupa’da “bonne” denilen işbu hizmetçi kadın ve kızlar arasında genç adamları bulunan bazı aileler için türlü belalara yol açarlar ise de yine bu hâlde bulunan diğer bazı aileler için iyiliklere de sebep olurlar. Pek çok genç adam vardır ki baştan çıkmalarına ilk sebep olanlar “bonne”lerdir. Yine pek çok delikanlı da vardır ki gençlik sebebiyle muhafazası pek güç, pek zor olan birçok belaya hep şu “bonne”lerin mevcudiyeti sayesinde muhafaza edilirler. Rumeli’de de bu iki sınıf delikanlıların ikisi de nadir değildir. Fakat asıl nadir olmayan şey işbu bakıcılardan ve hizmetçilerden Rum ve Bulgar lisanlarını çocukların âdeta bir ana lisanı olmak derecesindeki mükemmeliyet ile öğrenmeleri kaziyesidir. Çocuklukta lisan öğrenmek o kadar kolay oluyor ki diğer bazı eserlerimizde de zikrettiğimiz gibi Beyoğlu gibi ahalisi farklı milletlerden oluşan yerlerde bir çocuğun Türk, Rum ve Ermeni lisanları gibi üç lisanı birden öğrenerek büyüdüğü pek çok görülüyor. Rusya’da da kibar aileler Alman veyahut Fransız lisanlarından hangisini çocuklarına öğretecekler ise o milletten bir dadı alıp çocuğu ona teslim ediyorlar. Bu hâl başka memleketlerde de vardır. Bunun pek tabii bir eğitim öğretim olduğu bizim Rumeli taraflarında da tecrübeyle sabittir. Hatta bu tecrübenin bir kısmı kendi nefsimizde de yaşanmıştır. Rumeli’ye pek çocuk iken gitmiş ve işbu bakıcıların eline düşmüş bulunduğumuzdan Bulgar lisanını bunlardan hemen bir Bulgar çocuğu kadar öğrenmiş ve gereği gibi büyüdüğümüz zaman biraz da okumak ve yazmak ile geliştirmiştik. Yirmi beş, otuz sene o lisanı konuşmadığımızdan hemen tamamını unutmuş bulunduğumuza teessüf ederiz.
Oğlunun ahvaline dair verilen haberler üzerine Çelebi Molla’nın hizmet müddetleri son bulan hizmetçilerin yerlerine hiçbir kimseye renk vermeksizin daha gençlerini ve mümkün mertebe güzellerini almış ve bunların elleri, yüzleri, üstleri, başları temiz olmasına da hiçbir şey sezdirmeksizin dikkat etmeye, önem vermeye başlamıştı. Bizim buraların kibar âlemlerinde oğluna odalık beğendirmek tedbirince akıllı bir valide de ancak bu kadar ihtiyatlıca hareket edebilir değil mi? Hane içinde hizmetçilerin hâllerinde meydana gelen şu değişmelere Recep Köso’nun dikkat edip etmediğini ve bu değişmelerdeki maksadı anlayabilip anlayamadığını bilemez isek de validesinin dikkat ettiği bir şey vardır ki onu biz dahi sükûtla geçiştiremeyiz. Şu ki: O zamana kadar hane içindeki otuz beş, kırk, kırk beş yaşındaki hizmetçilere Recep ne nazarla bakıyor ise yirmi, yirmi beş yaşında olanlarına da ondan başka bir nazarla bakmıyor. Recep’in bu hâline “aferin” dersiniz ya? Aileler içinde zaruri olan kurallara riayet ve itaat övülmeye ve aferine layıktır.
Çelebi Hanım, işini bilen bir kadındı. Oğluna vereceği nasihatleri daima dostça ve arkadaşça ederdi. Oğlu da onun sözünden pek çıkmazdı. Recep, evde ve hatta şehrin dışında da delikanlılık hukukuna dikkat ederdi. Bundan bolca istifade ettiği hâlde validesini ciddi bir surette meraka düşürüp de üzecek hiçbir ifratta da bulunmazdı. Yalnız validesi değil; erkeklerden kendisini ziyadece ve şiddetle tenkit edenler bile nihayet haksızlıklarını anlayarak:
“Biz de pek ileriye gidiyoruz ya? Herif delikanlıdır. Hangimiz ondan daha usluyduk? İşini gücünü de biliyor. Hâl ve vakti de yolunda. Varsın biraz da eğleniversin. Elbette o da aklını başına alır. ‘Deli gönül bir gün olur uslanır.’ demişler!”
Bu şekilde ve teslimiyetle ona karşı olan insaflarını da gösterirlerdi.
Nihayet yine Çelebi Molla’nın dediği çıktı ya! Artık Recep yirmi yaşını geçiyordu ki bir gün validesinin yanına geldi. O zamana kadar çocukluk çağını validesinin emirlerinden, yasaklarından dışarı çıkmaksızın geçirmiş olduğunu, validesini ve kız kardeşlerini nasıl sevdiğini ve ömrünün bundan sonrasını da hep bu güzel hâl ile geçireceğini falanı validesine anlatmaya başladı. Hem anlatıyor hem de aralıkta validesine fiilen de muhabbet eseri göstermek istedikçe de kâh ellerini elleri içine alarak öpüyor kâh validesini kucaklayıp kendisini öptürüyordu. Zeki ve zarif kadın ise bu hareketlerin sonunun nereye varacağını çoktan anlamış bulunduğundan gayet latif bir tebessüm tavrıyla oğlunu dinliyordu. Nihayet Recep’in bu konuşmalarına son verdirerek asıl maksadını söyletmek için:
“Pekâlâ oğlum, pekâlâ! Seni şimdiye kadar tanıyamamışım da şimdi bana sen kendini tanıttıracak değilsin ya? Ben senden eminim. Yerden göğe kadar hoşnudum. Bu sözlerden maksadın ne ise asıl onu söyle. Üzülme. Hiç sıkılma da!” deyince Recep yine utancından kıpkırmızı olarak ve bu suretle güzelliğine güzellik de katarak dedi ki:
“Şey! СКАЧАТЬ