Boğulmamak İçin. Джордж Оруэлл
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Boğulmamak İçin - Джордж Оруэлл страница 11

Название: Boğulmamak İçin

Автор: Джордж Оруэлл

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6486-01-0

isbn:

СКАЧАТЬ şeylerin gizemli erdemleri vardı. Çiğ soğan her şeye şifaydı. Boğazın şiştiyse boyna sarılan bir çorap şifaydı. Bir köpeğin içme suyundaki kükürt tonik görevi görürdü, yaşlı Nailer’ın kapı arkasındaki kâsesinin içinde bir parça kükürt yıllarca orada durdu ve hiç çözülmedi.

      Saat altıda çay içerdik. Saat dört olduğunda annem ev işini bitirmiş olur, saat dört ile altı arası bir bardak çayla birlikte gazetesini okurdu. Doğrusunu isterseniz pazar günleri hariç kolay kolay gazete okumazdı. Hafta içi gazetelerde günün haberleri vardı ve sadece ara sıra bir cinayet haberi olurdu. Ancak pazar gazetelerinin editörleri insanların cinayetlerin güncel olup olmadığına gerçekten aldırmadıklarını fark etmişlerdi ve ellerinde yeni bir cinayet olmadığında eski bir cinayeti araya karıştırırlardı, bazen Dr. Palmer ve Bayan Manning cinayetleri kadar geriye giderlerdi. Sanırım anneme göre Aşağı Bin-field dışındaki tüm yerler sürekli cinayetlerin işlendiği yerlerdi. Cinayetlerin onun için korkunç bir çekiciliği vardı çünkü sürekli söylediği gibi insanların nasıl bu kadar kötü olabileceğine inanamıyordu. Eşlerinin boğazını kesenler, babasını betona gömenler, bebekleri kuyulara atanlar! Bir insan nasıl böyle şeyler yapabilirdi! Karındeşen Jack efsanesi annemle babam evlendiği sıralar olmuştu ve her gece dükkân camlarına çizdiğimiz büyük ahşap kepenkler o tarihten kalma. Dükkân pencerelerine takılan kepenklerin modası geçiyordu, ana caddedeki çoğu dükkânda yoktu ama annem onların arkasında kendini güvende hissediyordu. Öteden beri Karındeşen Jack‘in Aşağı Binfield’de olduğuna dair içinde korkunç bir duygu olduğunu söylüyordu. Crippen cinayeti vakası, bu yıllar sonraydı, neredeyse ben büyüdükten sonra, onu çok üzmüştü. Onun sesini şu an duyabiliyorum; “Zavallı karısını temizleyip kömürlüğe gömmüş! Nasıl aklına gelir bu FİKİR! O adamı elime bir geçirebilsem var ya!” Ve ne ilginçtir ki karısını parçalara ayıran -ve yanlış hatırlamıyorsam tüm kemikleri çıkarıp kafayı denize atarak çok titiz bir iş çıkarmıştı- o küçük Amerikalı doktorun korkunç kötülüğünü düşününce gözleri dolardı.

      Ancak hafta içi en sık okuduğu Hilda’nın Ev Arkadaşı’ydı. O günlerde bizimki gibi evlerde evin normal döşemesinin bir parçası gibiydi. Aslında hâlâ var ancak savaştan bu yana ortaya çıkan daha modern kadın gazeteleri tarafından biraz geliştirildi. Daha geçen gün bir kopyasına göz attım. Değişmiş ama çoğu şeyden daha az. Hâlâ altı ay devam eden aynı devasa uzunlukta seri hikâyeler var -ve bunlar hep sonunda portakal çiçekleriyle devam eder- ve hâlâ Ev İpuçları, dikiş makinesi reklamları ve diz ağrısına iyi gelen ilaç tarifleri var. Aslında değişen tek şey, baskı ve çizimler olmuş. O günlerde kadın kahraman yumurta pişirme aletine benzemeliydi, şimdi ise silindir şeklinde. Annem yavaş bir okuyucuydu ve Hilda’nın Ev Arkadaşı’na ödediği üç peniyi çıkartması gerekiyordu. Sobanın yanındaki eski sarı tekli koltukta oturup ayaklarını sehpaya uzatır, ocak ızgarasında demlikte fokurdayan çay eşliğinde, yavaş yavaş her sayfayı gözden geçirirdi, seriden başlar, iki küçük hikâye, Ev İpuçları, Zam-Buk reklamları ve yazışmalara verilen cevaplarla devam ederdi. Hilda’nın Ev Arkadaşı onu tüm hafta götürürdü, bazı haftalar bitiremezdi bile. Bazen sobanın sıcağı ya da yazın öğleden sonraları mavi şişelerin uğultusu uykusunu getirir, altıya çeyrek kalaya kadar biraz uyuklardı, sonra uyanır uyanmaz şömine rafındaki saate göz atar ve muazzam bir başlangıç yapardı, çay gecikecek diye paçaları tutuşurdu. Ama çay hiç gecikmezdi.

      O günlerde, tam olarak 1909’a kadar, babamın gücü bir çırak tutmaya yetiyordu ve dükkânı ona bırakır, yağlı elleriyle çaya yetişirdi. Annemse ekmek kesmeye ara verir, “Bize lütuf verirseniz, Babamız…” der ve babam, saygıyla hepimiz başımız eğik beklerken “Tanrı’m birazdan yiyeceklerimize bizi şükürlü kıl, Âmin.” diye mırıldanırdı. Daha sonra Joe biraz daha büyüyünce “Bizi bugün SEN onurlandır Joe.” oldu ve Joe başlardı okumaya. Annem hiçbir zaman okumadı duayı, erkek biri okumalıydı muhakkak.

      Yazın öğleden sonraları sürekli mavi şişelerin uğultusu olurdu. Bizimkisi sağlıklı bir ev değildi, Aşağı Binfield’deki değerli birkaç ev öyleydi. Sanırım kasabada beş yüz ev vardı ve on tanesinden fazlası banyolu değildi veya şimdi tuvalet olarak tanımladıklarımız ellisinden fazlasında yoktu. Yazın arka bahçemiz hep çöp kokardı ve tüm evlerde böcek vardı. Ağaç kaplamalarda karafatmalar, mutfağın arkasında bir yerlerde cırcır böcekleri vardı, tabii ki dükkânda da yemek kurtları. O günlerde annem gibi eviyle övünen kadınlar bile karafatmalara itiraz edecek bir sebep görmezdi. Şifonyer ve oklava nasıl mutfağın bir parçasıysa onlar da öyleydi. Tabii böcek var, böcek var. Bira fabrikasının arkasında Katie Simmons’un yaşadığı kötü mahallelerde evleri böcekler kuşatmıştı. Annem veya dükkân sahiplerinin eşlerinden birinin evini o böcekler sarsa utançlarından ölürlerdi. Hatta o böcekleri görsem tanımam demek doğru kabul edilirdi.

      Büyük mavi sinekler erzak dolabına gelir ve hevesle etin üzerindeki tel örtülere otururlardı. “Kahrolası sinekler!” derdi insanlar ama sinekler Tanrı’nın bir eylemiydi ve et kapakları veya sinek kâğıtları dışında onları engelleyecek pek bir şey yapamazsınız. Biraz önce hatırladığım ilk şeyin korunga kokusu olduğunu söylemiştim ama çöp kovalarının kokusu da hafızamda oldukça tazedir. Taş zemini, böcek kapanları, demir çamurluğu ve kara kurşun ocağıyla annemin mutfağını düşününce, her seferinde mavi şişelerin uğultusunu duyuyor; çöp kokularını ve oldukça güçlü bir köpek kokusu olan Nailer’in kokusunu alıyorum. Allah bilir daha kötü kokular ve sesler de vardır. Hangi sesi duymayı tercih ederdiniz, mavi şişe mi bombardıman uçağı mı?

      3

      Joe benden iki sene önce Walton Gramer Okuluna gitmeye başladı. İkimiz de dokuz yaşına girmeden başlamadık okula. Bu, sabah akşam okula dört millik bir bisiklet yolculuğu demekti ve annem bizim trafiğe girmemizden çok endişeliydi ki o zamanlar çok az motorlu araç vardı trafikte.

      Birkaç yıl boyunca, yaşlı Bayan Howlett’in işlettiği özel kız okuluna gittik. Esnaf çocuklarının çoğu, okul yönetim kuruluna gitmenin utancı ve hayal kırıklığından kurtulmak için burada okudu ancak herkes Bayan Howlett’in eski bir sahtekâr olduğunu ve bir öğretmen olarak aslında ne kadar kötü olduğunu biliyordu. Yaşı yetmişi geçmişti, kulağı neredeyse duymuyor ve mercekli gözlüklerinden zar zor görüyordu donanım olarak sahip oldukları da bir baston, bir yazı tahtası, birkaç eski püskü dil bilgisi kitabı ve birkaç düzine kokulu yazı tahtasıydı. Sadece kızlarla baş edebiliyordu, erkek çocuklarıysa onunla alay ediyor ve kaçabildikleri kadar okuldan kaçıyorlardı. Bir keresinde korkutucu bir skandal yaşanmıştı çünkü bir oğlan çocuğu, bir kızın elbisesinin altına elini sokmuştu; benim o zamanlar anlamadığım bir şeydi bu. Bayan Howlett meselenin üstünü kapatmayı başardı. Özellikle kötü bir şey yaptığınızda onun formülü “Babana söylerim.” demekti ama nadiren söylerdi. Ancak biz onun bunu çok sık yapmaya cesaret edemeyeceğini bilecek kadar kurnazdık ve ara sıra bastonla üstümüze yürüse de o kadar yaşlıydı ki atlatması çok kolay oluyordu.

      Joe kendilerine Kara El diyen sert bir çeteye katıldığında yalnızca sekiz yaşındaydı. Çete lideri Sid Lovegrove’du, saracın on üç yaşlarındaki küçük oğlu ve iki esnaf çocuğu daha vardı, bira fabrikasından bir çırak ve işten yırtıp çeteyle geçirecek birkaç saat bulabilen iki çiftçi çocuğu. Çiftlik delikanlıları, kadife pantolonlardan taşan büyük topaklardı, kaba saba aksanları vardı ve çetenin geri kalanlarına tepeden bakarlardı ama herkes onlara tolerans gösterirdi çünkü diğerlerinin hepsine göre hayvanlardan çok iyi СКАЧАТЬ